29 Haziran 2009 Pazartesi

Hastalığınız hassaslığınız: GIDA ALERJİSİ TESTİ

Hastalıkların nedeni yediklerimizde olabilir. Tıp diline yeni giren gıda hassasiyeti yani gizli gıda allerjisi, faydalı yiyeceklerin bile kronik hastalıklara yol açabileceğini ortaya koyuyor.

HASTALIĞINIZ HASSASLIĞINIZDA

ÜRÜN DİRİER, urund@aktuel.com.tr

Dikkat! Yedikleriniz sizi hasta edebilir. Nörolojik, dermatolojik, psikolojik sorunlarınızın, eklem ağrılarınızın, kilo, solunum yolları ve mide problemlerinizin, kısaca hastalıklarınızın nedeni yedikleriniz olabilir. Tıp diline yeni giren ‘food intolerance’ yani gıda hassasiyeti kavramı birçok hastalığın sebebinin gizli allerji olduğunu ortaya koydu. Buna göre vücudumuz bilinen allerjik reaksiyonlarda olduğu gibi, kaşıntı, döküntü, kabarma, halsizlik, hasta hissetme, kusma gibi tepkileri hemen vermiyor. Vücut aradan saatler geçtikten, hatta bir iki gün sonra bile gıdaya tepki gösterebiliyor. Bu tepkiler şişkinlik, kusma, ishal, kabarma ve mide krampları gibi bilinen allerjik belirtiler olabileceği gibi başağrısı, migren, sinüzit, uyuşukluk, bitkinlik, ülser, ekzama, vitiligo, depresyon, panik atak, korku, astım hatta obezite gibi kalıcı tepkiler de olabiliyor. Kişi bu geç tepkinin sebebini anlayamadığı için aynı gıdadan almaya devam ediyor. Sonuç: Kronik hastalık!

Merak etmeyin, hassasiyet testi var!

Dünyanın yeni tanıştığı bir kavram olduğu için gıda hassasiyeti testi henüz yaygınlaşmış bir şey değil ve çok pahalı. Türkiye’de de Kalamış’ta bir klinikte yapılıyor. Klinik, merkezi İspanya’da olan ve dünyanın birçok yerinde şubesi bulunan Sabater laboratuarıyla ortaklaşa çalışıyor. Gıda hasassiyeti testini 4 yıldır yaptıklarını söyleyen Kalamış Medikal’in kurucularından Dr. Hande Bozatlı, bu yeni keşfedilen hassasiyet türünün allerjiden farklı olduğunu ama belirtileri nedeniyle birbirleriyle çok karıştırıldığını söyleyerek şu açıklamayı yapıyor: “Bildiğimiz allerjik reaksiyonlarda gıdayı yabancı madde olarak tanımlayan vücut antikor geliştirir ve İmmün Globin E salgılar. Bunun üzerine kişi kaşıntı, kabarma, döküntü dökme ve kusma gibi rahatsızlıklar yaşar ve tüm bunlar genelde yarım saat içinde olur. Ama gıda hassasiyetinde vücut İmmün Globin E yerine İmmün Globin G salgılar ve bu hemen reaksiyona sebep olmaz. Vücut tepkisini 2-48 saat içinde gösterebilir.”

Yediklerinizi deneyin!

Gıda hassasiyet testi hastanın sebze, meyve, et, ot, baklagil, tahıl, balık, kuruyemiş ve kabuklu deniz ürünlerinden tek tek hangisine ne kadar hasassiyeti olduğunu ortaya çıkarıyor. Ancak testin şu anki fiyatı 500 euro. Gelişmiş ülkelerde de çok ucuz değil bu testi yaptırmak. Bu nedenle birçok doktor hassasiyet ölçme cetvelleriyle hastalarına yardım etmeye çalışıyor. Bu programlarda kişiye önce hastalıklarına sebep olabilecek besin grupları öğretiliyor. Ardından da hasta bu gıdaları yedikten sonra en az bir gün boyunca vücudunun verdiği tepkileri kontrol ediyor. Örneğin süt içtikten sonraki saatlerde mide krampları nüksederse beslenmesinden sütü çıkarıyor ve iyileşip iyileşmediğini gözlemliyor. Bu şekilde hassasiyetlerini tek tek deneme yanılma yoluyla çözebiliyor.

Akdenizliler doğuştan süte karşı hassas

Dr. Bozatlı, gıda hassasiyetinin bir nedeninin de enzim yetersizliği olduğunu söylüyor. Bu genetik bir durum. Örneğin kişi doğuştan bir şeker türü olan ve sütte bulunan laktozu parçalayacak enzimlere sahip olmayabiliyor. Bu nedenle laktoz emilemiyor ve yabancı madde olarak vücudu rahatsız ederek hastalıklara sebebiyet veriyor. Bir diğer enzim eksikliği ise aldehit dehidrojenaz. Bu enzim de alkolü parçalamak için kullanılıyor ve eksikliği durumunda alkol alan kişi çok az miktarda bile alsa kendini rahatsız hissediyor. Kuzey ve Batı Avrupalılar’da laktoz hassasiyeti yüzde 15 gibi bir oranda görülürken, Afrikalılar, Asyalılar, Amerikan yerlileri ve Akdeniz insanında yüzde 70-90 gibi ciddi bir oranda görülüyor. Bebekler yüksek oranda laktozla doğdukları için hassasiyet genelde 2 yaşından sonra, yani laktozu parçalayan enzimlerin azalmaya başlamasından sonra ortaya çıkıyor. Alkol hassasiyeti ise Asyalılarda yüzde 50 oranında görünüyor. En önemli belirtisi deride kızarıklık olan alkol hassasiyeti, kusma, başağrısı, çarpıntı ve bayılmalara da neden oluyor.

İlaçlar işe yaramıyorsa dikkat!

Gıda hassasiyetine yol açtığı bilinen belli başlı gıdalar ise süt, yumurta, kabuklu yemişler, kabuklu deniz ürünleri, balık, un, çikolata, gıda boyaları, domuz eti, tavuk, domates, çeşitli meyveler, peynir ve maya. Bozatlı’nın belirttiğine göre Türk insanının genetik olarak en çok hasassiyet gösterdiği gıdalar ise soya, beyaz un, kola, süt ve hardal.. Özellikle dirençli hastalıklarda muhakkak gıda hassasiyetinden şüphelenilmesi gerektiğini söyleyen Bozatlı, “Herkes hastalanabilir ama hastalığı hiçbir ilaç tedavisine yanıt vermiyorsa mutlaka bir veya birkaç gıdaya karşı hasassiyeti olduğunu düşünürüz. Zaten yurtdışında yapılan araştırmalar herkesin en az bir gıdaya karşı hassas olduğunu gösteriyor.” diyor. Ancak hassasiyet eşiği kişiden kişiye değişiyor. Örneğin bir kişinin hassasiyeti 100 gram domateste bile kendini gösterirken bir diğerininki yarım kilodan sonra ortaya çıkabiliyor.

Dr. Bozatlı, gıda hassasiyet testiyle tedavi ettiği bir hastasını şöyle anlatıyor: “Sivilce problemi yaşayan ikiz hastalarım vardı. Birini tedavi edebildim ama diğeri hiçbir tedaviye olumlu yanıt vermedi.En sonunda bu testi yaptık ve beyaz un, mercimek ve mısır yağı gibi birkaç gıdaya karşı hassasiyeti olduğunu ortaya çıkardık. Bu gıdalardan uzak bir beslenme programı ile 2 ay içinde hastanın sivilce problemi ortadan kalktı.” Bozatlı’nın verdiği diğer örneklerse şöyle: “Eşi bir ilaç firmasının genel müdürü olan bir hastam vardı, ciddi ekzama problemi yaşıyordu, yıllarca ilaç kullanmış ama hiçbir işine yaramamıştı, test sonucuna göre hassasiyet gösterdiği gıdalardan uzak bir beslenme şekliyle 3 ay içinde tamamen iyileşti. Yıllarca ülserden çok sıkıntı çekmiş başka bir hastam da 2 ay içinde hassasiyet gösterdiği gıdalardan uzak durarak iyileşti.”

Bedenimiz makine gibi

Gıda hassasiyeti, kilo alımı, kilo kaybetme, karın ağrısı, kabızlık, ishal, şişkinlik, mide krampları, kusma, barsak sendromları, akne, ekzama, sedef hastalığı, kaşıntı, cilt problemleri, ürtiker, vitiligo, çeşitli baş ağrıları, migren, baş dönmesi, astım, solunum zorluğu, burun iltihabı, sinüzit, korku, dikkatsizlik, uyuşukluk, depresyon, panik atak, halsizlik, hiper aktiflik, zihinsel uyuşukluk, eklem ağrıları, eklemlerde şişlik ve fibromiyalji gibi onlarca hastalığın sebebi olabiliyor. “Bedenimizi bir makine gibi düşünün” diyen Bozatlı, bu makinenin kendisine uygun olmayan parçaları aldığında doğal olarak bozulacağını ve bunun bir şekilde kendini göstereceğini söylüyor. Yapılan araştırmalara göre dünyada yüzde 75 insanın laktoz, yüzde 33’ünün maya, yüzde 15’inin gluten, yüzde 30’unun ise şeker ve fruktoza karşı hassasiyeti olduğunu gösteriyor. Bildiğimiz gıda allerjileri ise yaklaşık olarak yüzde 3 insanda görülüyor. Ancak allerjiler gizli olmadıkları, ani reaksiyonlara yol açtıkları için ani şoklar sonucu ölüme sebebiyet verebiliyor. Gıda hassasiyeti ise Bozatlı’nın deyimiyle “Aniden öldürmüyor, süründürüyor.” Yani çeşitli hastalıklara yol açarak yaşam kalitesini düşürüyor.

Kilolarınızın nedeni çok yemek olmayabilir!

Obezitenin de başlıca nedeninin gıda hassasiyeti olduğuna değinen Bozatlı: “Kişi vücudunun parçalayamayacağı bir gıdayı alıyor ve gıda parçalanamadığı için barsaklarda uzun süre kalıyor. Bu süre de gıdadaki yağın daha çok emilip depolanmasına fırsat tanıyor. Sonuçta da hasta çok yemek yemese bile durmadan kilo alıyor. Örneğin kilo almamak için bazıları diyet kola içer, halbuki kişi kolaya antikor üretiyorsa, hassasiyeti varsa o kola ona kilo aldırır.”

Vücudumuz 4 ana besin grubuna karşı duyarlılık gösetriyor. Süt ürünleri, gluten, fruktoz ve maya...

Süt ürünleri: Süt ve süt ürünlerine olan hassasiyet karın ve mide problemlerine, obeziteye yol açabiliyor. Laktozsuz süt içilmesi öneriliyor. Laktoz hassasiyeti, ishal, gaz, sindirim zorluğu, bulantı gibi reaksiyonlarla kendisini belli ediyor. Sütte bulunan casein ise kaşıntı, ekzama, kurdeşen, astım, mide problemleri ve solunum problemlerine yol açıyor.

Gluten: Gluten hassasiyeti genel olarak çölyak hastalığı olarak biliniyor ve yapılan gluten testleri yalnızca yüzde 0.5’lik bir kesimde görülen çölyak hastalığını ortaya çıkarıyor. Geri kalan gluten hassasiyetleri ise bu nedenle gözden kaçırılıyor. Gluten buğday, çavdar, arpa ve yulafta bulunuyor. Dolayısıyla ekmek, kek, pizza, hazır gıdalar, kahvaltılıklar ve makarna tehlike arzediyor. Çok karmaşık yapıda bir protein olduğu için gluten pek çok insanda parçalanamıyor ve ülser, başağrısı, kilo alımı, kaybı, zayıf bağışıklık sistemi, romatizmal artrit, diyabet, otoimmün tiroid, barsak kanseri ve cilt hastalıklarına yol açıyor. Gaz, ishal ve şişkinlik ile kendisini belli ediyor. Çocuk düşürmeye, kısırlığa ve anemiye de yol açtığı biliniyor. Avrupa ve Angloçeltik ırklarında daha sık görülüyor.

Fruktoz: Hazır gıda ve meşrubatlarda, şekerde, çok şekerli meyvelerde ve şekerli kuru gıdalarda çokça bulunuyor. Barsak ve mide problemlerine yol açıyor. Depresyon ve anemiye, tırnak, saç ve derinin zayıf olmasına neden oluyor. Yaşlılıkta osteoropoza sebebiyet veriyor. Gaz, ishal, şişkinlik ve demir gibi değerlerin eksik olması ile kendini belli ediyor.

Maya: Mantar, mide hastalıkları, sinirlilik, bağışıklık sistemi zayıflığı, uyuşukluk, başağrısı, nefes zorluğu, vajina, kulak ve boğaz enfeksiyonlarına yol açıyor. Durduk yere özellikle bacaklarını sallayan insanlarda maya hassasiyeti çokça görülüyor. Hamilelik, hormon hapları ve doğum kontrol hapları ile de maya hassasiyeti artıyor.

Hastalığınızdan hassasiyetinize ulaşın….

Genel Semptomlar Semptom Türü Gluten Süt Ürünleri Fruktoz/Şeker Maya


Dengesiz kilo alımı-verimi Vücut Ağırlığı * * * *

Kilo Kaybı Vücut Ağırlığı * - * *

Karın Ağrısı Mide-Barsak * * * *

Şişkinlik Mide-Barsak * * * *

Barsak Düzensizliği Mide-Barsak * * * *

Kalın Barsak İltihabı Mide-Barsak * * * *

Kabızlık Mide-Barsak * * * *

İshal Mide-Barsak * * * *

Gaz Mide-Barsak * * * *

Hemoroid Mide-Barsak * * * *

Hazımsızlık Mide-Barsak * * * *

Barsak İltihabı Mide-Barsak * * * *

Bulantı Mide-Barsak - * * -

Mide Krampı Mide-Barsak * * * -

Kusma Mide-Barsak - * * -

Uyuşukluk Genel * * * *

Aşırı İştah Genel * * * *

Enfeksiyon Hassasiyeti Genel * * - *

Uyuklama Genel * * * *

Ağız Ülseri Genel * * - *

Dokusal Şişkinlikler Genel * * - *

Maya Enfeksiyonu Genel - - - *

Kısırlık Genital-Üriner * - - *

Adet Düzensizliği Genital-Üriner * - - *

Düşük Genital-Üriner * - - -

Üriner Enfeksiyonlar Genital-Üriner * * - *

Vajinada Akıntı ve Kaşıntı Genital-Üriner - - - *

Cinsil bölgede mantar Genital-Üriner - - - *

Vajinal Enfeksiyon Genital-Üriner - - - *

Anemi Emilim * * * *

Çocukta gelişim bozukluğu Emilim * - - -

Demir Eksikliği Emilim * * * -

Mineral Eksikliği Emilim * * * *

Artrit Kas-Kemik * * - *

Kemik Yoğunluğu Kaybı Kas-Kemik * * * -

Eklem Ağrıları ve Şişlikleri Kas-Kemik * * - *

Kas Ağrıları Kas-Kemik * * - *

Boyun Ağrısı Kas-Kemik * * - -

Romatizmal Ağrılar Kas-Kemik * * - *

Anksiyete, Panik Atak Nörolojik - - - *

Otizm Nörolojik * - - -

Davranış Problemleri Nörolojik * - * *

Bulanık Görme Nörolojik - - - *

Konsantrasyon Zorluğu Nörolojik - - * *

Depresyon Nörolojik * - * *

Baş Dönmesi, Koordine ZorluğuNörolojik - - - *

Baş Ağrısı Nörolojik * * - *

Hiperaktivite Nörolojik - - * *

Sinirlilik Nörolojik - - * *

Öğrenme Güçlüğü Nörolojik * - - *

Akıl Karışıklığı Nörolojik * - - *

Migren Nörolojik * * - *

Hafıza Zayıflığı Nörolojik * - - *

Uykusuzluk Nörolojik - - - *

Astım Solunum * * - *

Nefes Darlığı Solunum * * - *

Kronik Bronşit Solunum * * - *

Öksürük Solunum * * - *

Kulak İltihabı Solunum * * - *

Burun Kaşıntısı Solunum * * - -

Geniz Tıkanıklığı Solunum * * - *

Geniz Akıntısı Solunum * * - -

Burun İltihabı Solunum * * - -

Burun Akıntısı Solunum * * - -

Kimyasallara Hassasiye Solunum * * - *

Sinüzit Solunum * * - *

Hapşırma Solunum * * - -

Boğaz Ağrısı Solunum - - - *

Boğaz Enfeksiyonu Solunum - - - *

Hırıltı Solunum * * - *

Ayak mantarı Deri - - - *

Dermatitis Herpetiformis Deri * - - -

Ekzama Deri * * - *

Tırnak Mantarı Deri * * - *

Cilt Mantanı Deri * * - *

Kurdeşen Deri * * - *

Kaşıntılı Su Toplaması Deri * * - *

Kaşıntı Deri - - - *

Sedef Deri * * - *

Kırmızı Noktalar Deri * * - *

Kellik Deri * * - *


Şemanın Kullanımı: Öncelikle Genel Semptomlar bölümünden bütün rahatsızlıklarınızın tek tek üzerini işaretleyin. Hastalıkların karşısına denk gelen yıldız işaretlerinin bağlı olduğu sütunlar hastalığa sebep olabilecek besin gruplarını gösterir. En çok hangi sütundan yıldız işaretiniz varsa o besin grubundan bir veya birkaç yiyeceğe karşı hassasiyetiniz olduğunu düşünebilirsiniz. Örneğin en çok gluten grubundan yıldızınız varsa, arpa, buğday, çavdar veya yulaf içerikli bir yiyecek yedikten sonra vücudunuzun verdiği olumsuz tepkileri ilerleyen saatler içinde takip edin. Örneğin vücudunuz arpaya olumsuz tepki gösteriyorsa bir süre beslenmenizden bu gıdayı çıkarın. Eğer rahatsızlığınız bu süre zarfında hiç nüksetmediyse, arpaya olan hassasiyetinizden emin olmak için tekrar arpa içeren bir gıda alın. Rahatsızlığınız geri dönüyorsa, arpaya karşı hassasiyetiniz olabilir.

Karıncalar deprem öncesi 'kuvars çarpması'ndan ölüyor

KARINCALARI DEPREM ÖNCESİ ÖLDÜREN ŞEY, KUVARS KRİSTALLERİNDEKİ ELEKTRON FIŞKIRMALARI OLABİLİR!


Karıncalara ve bulutlara dikkat!

Evinde 24 karınca kolonisi kuran öğretmen Kadir Sütçü, depremleri önceden tahmin ediyor. Karıncaların yuvadan kaçma, sağa sola devrilme, ateş üzerindeymiş gibi yürüme, yol şaşırma, kasılma, havale geçirme gibi davranış bozukluklarıyla ve sebepsiz ölümleriyle İstanbul’da deprem olup olmayacağını ve depremin şiddetini tahmin eden Sütçü, her ile koloni takip merkezi kurulması gerektiğini vurguluyor ve iddia ediyor; “Deprem önceden bilinebilir!”

ÜRÜN DİRİER, urun.dirier@aktuel.com.tr


Olası bir İstanbul depremini tahmin etmek için evinde 24 karınca kolonisi kurmasıyla basına yansıyan öğretmen Kadir Sütçü, şimdi de uydu fotoğraflarından deprem tahmini yapıyor. 1 Temmuz 2007 tarihinden beri her gün web sitesinde karıncalardan yola çıkarak yaptığı deprem tahminlerini yayınlayan Sütçü, iki aydır da uydudan deprem bulutlarını takip ederek tahminlerde bulunuyor. Biz de bir haftalığına bu tahminlerinin tutup tutmadığını takip ettik. Antalya, Bilecik, Çin, Sumatra ve Ege Denizi için yaptığı tahminlerin hepsi gerçekleşti.

Basında ‘karıncalarla depremi bilen adam’ olarak tanınan ve İstanbul Sarıyer İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü’nde Eğitici Bilişim Teknolojileri Formatör Öğretmeni olarak görev yapan Sütçü, karıncaların deprem öncesi gösterdiği 15 rutin hareket olduğunu ve bu hareketlere göre depremin şiddetinin tahmin edilebileceğini söylüyor. 11 Kasım 1999 tarihinden bu yana, altı saat aralıklarla karıncalarını gözlemleyen ve durumlarını not eden Sütçü, Tokat Gaziosmanpaşa Ziraat Fakültesi ve Marmara Üniversitesi Eğitim Fakültesi mezunu. Baltalimanı’ndaki evinde ziyaret ettiğimiz Sütçü, bize çalışmalarını, tahmin yöntemlerini ve deprem tahmini yapmaya nasıl başladığını anlattı. Sütçü’nün hikayesi bir erik ağacı ile başlıyor:

“11 Kasım 1999 günü bahçemde gezerken, karıncaların yuvalarından kaçıp erik ağacının gövdesine dolandıklarını gördüm. Ziraatçı olduğum için dikkatimi çekti tabii. Ertesi gün 12 Kasım’da Düzce depremi oldu. O günden sonra gözümü karıncalardan ayırmamaya karar verdim. Yarısı bahçemde, yarısı evde ve her birinde biner marangoz karınca olmak üzere 24 kolonim var. Dokuz yıldır Kandilli Rasathanesi’nin deprem kayıtlarıyla karıncalarımın hareketlerini karşılaştırıyorum. Depremden birkaç gün önce sıradışı davranışlarda bulunduklarını tespit ettim.”

Karıncaların 15 kritik hareketi!

Peki Kadir Sütçü’nün mikroskop yardımıyla incelediği bu karınca hareketleri neler?
Karıncaların ilk sıra dışı hareketi elbette yuvadan dışarı çıkmaları. Ardından düşme, sağa sola devrilme, ateş üzerindeymiş gibi yürüme, yol şaşırma, dağınık yürüme, yuva ağzında kümeleşme, kasılma, uyuşukluk ve havale geçirme hareketleri geliyor. Bu hareketler, 4.0 şiddetine kadar olan önemsiz bir depreme işaret ediyor. 4.0 ile 5.0 arası depremlerin öncesinde ise saydığımız tüm sıradışı davranışların yanı sıra, sebepsiz yere her koloniden yüzde 20-30 civarında karınca ölüyor. 5.0 ile 6.0 şiddet aralığındaki depremlerden önce de sıradışı davranışlara yüzde 40-50 oranında ölüm ekleniyor. Depremin şiddeti 7.0’a vuruyorsa bu oran yüzde 60’ı buluyor. 7.0 üzeri depremlerden önce ise kolonilerdeki karıncaların yüzde 80’i nedensizce ölüyor. Bu toplu ölümden önce yıldız şeklinde bir küme oluşturan karıncalar ölüme de hep birlikte gidiyor. Sütçü, karıncaların depremden önce yeraltından gelen elektromanyetik dalgalanmalardan rahatsız olarak bu tür sıradışı davranışlarda bulunduklarını ve öldüklerini söylüyor.

Karıncaları kuvars çarpıyor

Bu oldukça akla yatkın duruyor. Üstelik bilimsel desteği de var. Kocaeli Üniversitesi Jeofizik Mühendisliği bölümünden emekli öğretim üyesi Prof. Dr. Uğur Kaynak’ın www.sismikaktivite.org adresinde yayımlanan “Üç deprem bulutu” başlıklı makalesinde, Sütçü’nün “elektromanyetik dalgalanma” dediği durum şöyle anlatılıyor: “Deprem yaklaştığında gerilen, sıkıştırılan ve bükülen kayaların içerisindeki SİO2 bileşimli kristaller, moleküllerindeki silisyum atomlarının elektron yörüngelerinden, atomların dışına çok miktarlarda elektron fışkırtırlar.” İşte buna, yani kristal yapıdaki cisimlerin kendilerine dışarıdan uygulanan basınç miktarı ile orantılı olarak elektrik üretme özelliğine “piezoelektrik” olay deniyor. SİO2’nin saf hali olan ve yeryüzünde fazlaca bulunan “kuvars” kristali, fay hatlarında “piezoelektrik” olaya sebep oluyor. Prof. Dr. Uğur Kaynak, makalesinde bu durumu kolay anlaşılabilmesi için şöyle açıklamış:

Çakar çakmaz çakan çakmak

“Piezoelektrik olayın en güzel uygulaması, ilk geldiğinde ‘çakar çakmaz çakan çakmak’ diye reklamı yapılan ‘manyetolu çakmaklar’da görülebilir. Ancak bu tertibata Türkiye’de yanlışlıkla manyetolu çakmak adı verilmiştir. Dikkat ederseniz çakmağın içerisinde
döndürülen bir manyeto olmayıp, onun yerine, tepesine küçük bir çekiçle vurulan bir kuvars kristali vardır. Minicik bir çakmak içerisindeki minicik bir kuvars kristali, parmağınızdan aldığı mekanik enerji ile, yaklaşık 15 000 - 20 000 (on beş-yirmi bin) Volt’luk bir elektrik yükü atlaması (şerare) oluşturduğuna göre, varın siz küçücük bir fay zonundaki milyarlarca ton kuvars kristali eğilip büküldüğünde, ne kadar elektron fışkırtır hesap edin. Kısacası, levhaların hareketi dolayısı ile gerilim altında kalan deprem odaklarındaki (fay zonlarındaki) kayaç gerginliği dayanılmaz düzeylere çıktığında, yani depreme az bir zaman kala, hem magnetik hem de elektrostatik enerji salımları olur.”

Karıncalar Gönen depremini bilmişti

Kadir Sütçü’nün karıncaların rahatsızlanmasına ve ölmesine sebep olduğunu söylediği “elektromanyetik dalgalanma”, Prof. Dr. Uğur Kaynak’ın söz ettiği “piezoelektrik olay” olabilir. Yani karıncalar basit bir dille “yüksek gerilim hattı”na tutulduklarından dolayı ölüyor olabilirler. Karıncaların bu olayı depremden birkaç gün önce hissetmeleri, hareketlerini takip ederek depremden korunmamıza da yardımcı olabilir. Kadir Sütçü’nün karıncalarıyla önceden tahminde bulunduğu ve beş saat öncesinden basına mail atarak haber verdiği en etkili deprem, 10 Haziran’da Balıkesir Gönen’de gerçekleşen ve İstanbul’da da hissedilen 4.9 büyüklüğündeki deprem.

Uydudan deprem bulutlarını da izliyor

Kadir Sütçü, karıncaların yanı sıra bir yıldır da uydudan bulut fotoğraflarını takip ederek çeşitli ülkeler için deprem tahminlerinde bulunuyor. Uydudan veya çıplak gözle görülen ince uzun bulutların deprem habercisi olduğunu söyleyen Sütçü, günlük olarak sitesine tahminlerini yazıyor. Bu tahminler üç-beş gün içinde genellikle tutuyor. Buna bizim de şahit olduğumuzu söylememiz bu noktada yanlış olmaz. Kendisiyle röportaj yaptığımız gün (24 Aralık) , Antalya ve Balıkesir civarında küçük şiddette depremler olacağını söylemişti. Ertesi gün Antalya’da ve Bilecik’te deprem olduğunu Kandilli Rasathanesi’nin web sitesinden gördük. Sütçü bu görüşmemiz sırasında yurtdışına yönelik olarak da bir tahminde bulunmuş, bir gün önce farkına vardığı Hindistan’dan Çin’e kadar uzanan ince bulutu uydu görüntüsü üzerinden bize de göstererek, Çin’de 4.0-5.0 şiddetinde bir deprem olacağını iddia etmişti. İki gün sonra 26 Aralık’ta gerçekten de Çin ve Pakistan’da iddia ettiği şiddet aralıklarında iki deprem gerçekleşti. 27 Aralık tarihinde de Endonezya, Sumatra’da 5.5-6.5 şiddetinde deprem olacağını söylemişti ki, 30 Aralık’ta Sumatra’nın kuzeyinde 5.9 şiddetinde bir deprem meydana geldi. Sütçü’nün 28 Aralık’ta Ege denizi açıklarında ve Yunanistan’da 4.0’dan büyük bir deprem olacağı tahmini ise, hemen ertesi gün Ege denizinde gerçekleşen 5.2 büyüklüğündeki deprem ile gerçekleşmiş oldu. Merak edenler www.dkos.org adresinden Sütçü’nün günlük tahminlerini okuyup, bu tahminlerin gerçekleşip gerçekleşmediğini takip edebilir. Bilim adamları da yıllardır uydu fotoğraflarından ve gözle takip edilebilen alçak bulutlardan deprem tahmini yapabilme konusunda çalışıyor. NASA ve DEMETER projesi tarafından desteklenen İngiltere Meteodeprem Araştırma Merkezi Başkanı Ronald Karel, deprem bulutları üzerine çalışan en tanınmış isimlerden. Prof. Dr. Uğur Kaynak’ın “Üç deprem bulutu” başlıklı makalesinde de bu ince ve uzun deprem bulutlarına “piezoelektrik olay” denen elektron fışkırmalarının sebep olduğu anlatılıyor.

“Her ile koloni takip merkezi kurulmalı”

Kadir Sütçü, 1 Aralık 2008 tarihinde karıncalar ve bulutlar üzerine yaptığı çalışmalarını Sarıyer İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü’ne verdi. İlçe tarafından İl Milli Eğitim Müdürlüğü’ne, oradan da Milli Eğitim Bakanlığı Projeler Kurulu’na gönderilen çalışmalar, eğer uygun görülürse başbakanlığa ve cumhurbaşkanlığına iletilecek. Kadir Sütçü, eğer görevlendirilirse seve seve çalışmalarına devam edeceğini söylüyor ve her ile karınca kolonisi takip merkezleri kurulması gerektiğini belirtiyor.

KATİL EKMEK ÇIKTI

Batı hapishane kapasitelerini ‘suç diyeti’ ile düşürmeye çalışıyor.

KATİL EKMEK ÇIKTI

Bilim dünyası suça yeni bir tanım getirdi. Yapılan araştırmalar saldırganlık ile beslenme alışkanlıkları arasında ciddi bir bağlantı olduğunu ortaya koydu. Deneylerle beyin işlevleri için gerekli besin değerlerinin alınmamasının akıl sağlığını bozacağı ıspatlandı. Beyaz ekmek ve şekerin ise bir numaralı katil besini olduğu ortaya çıktı.

ÜRÜN DİRİER, urund@aktuel.com.tr

“Biri yer biri bakar kıyamet ondan kopar” demiş atalarımız.. Meğer hakları varmış.. Yapılan son bilimsel araştırmalar suç oranı ile beslenme alışkanlıkları arasında ciddi bir bağlantı olduğunu ortaya koydu. Çoğu azılı katiller olmak üzere şiddet suçluları üzerinde yapılan tahliller, bu kişilerde B12, B6 vitaminleri, Omega 3, Omega 6, demir, çinko ve magnezyum gibi değerlerin eksik olduğunu gösterdi. Beyaz un, şeker, fast food, meşrubat ve kek, cips, hazır çorba gibi katkı maddesi içeren gıdalarla beslendikleri için de çoğunda hipoglisemi olduğu saptandı. Bilim adamlarına göre saldırgan davranışlara yol açabilen ve kandaki şeker dengesizliği olarak tanımlanan hipogliseminin en önemli tetikleyicileri sofralarımızdaki beyaz ekmek ve şeker.

Uzmanlar, bu iki tehlikeli beyazın sürekli olarak adrenalin salgılanmasına ve magnezyum düzeyinin düşmesine yol açarak, çocuklukta hiperaktivite ile başlayan ileride cinayetle sonuçlanabilen saldırgan davranışlara sebebiyet verdiği görüşünde. Buna karşın tam buğday unundan yapılmış ekmek içeriğindeki B vitaminleri sayesinde beyin fonksiyonlarını geliştirerek zekayı arttırıyor. Omega 3’ün fazlaca bulunduğu somon, ton ve uskumru gibi balıklar da depresyona engel olarak dengesiz davranışları ve intiharları engelliyor.

Beyin işlevlerinin düzgün bir şekilde yerine getirilebilmesi ve beyin hücreleri arasındaki iletimin sağlıklı olarak gerçekleşebilmesi için ihtiyaç duyulan başlıca vitamin, mineral ve yağ asitlerinin alınamaması, bilim adamlarına göre direk olarak akıl sağlığımızı etkiliyor. Çünkü beyin vücut enerjisinin yüzde 20’sini kullanıyor ve beslenmedeki yetersizliklerden doğal olarak en çok etkilenen organ oluyor. Amerika ve Avrupa’daki bir çok üniversitede son yıllarda yapılan ‘suç ve beslenme’ deneyleri de bu tezi doğruluyor. Hapishanelerde ve yoğun olarak suçla mücadele eden okullarda yapılan deneyler, vücudundaki eksik değerleri giderecek gıdalarla beslenen mahkum ve öğrencilerin saldırgan davranışlardan uzaklaştığını gösteriyor.

KATİLLER VE HİPERAKTİFLER MAGNEZYUM YOKSUNU

İTÜ Gıda Mühendisliği bölümünden Doç. Dr. Huriye Wetherilt de beyaz ekmek, şeker, fast food ve karbonhidratlı gıdalarla saldırganlık arasında doğru bir orantı olduğunu belirtiyor. 13 yıl TÜBİTAK Gıda bölümünde araştırmacı olarak çalışan ve aynı zamanda beslenme uzmanı da olan Wetherilt, sözü geçen gıdaların nasıl şiddete dönüştüğünü ise şu şekilde anlatıyor: “Bu tip gıdalar kandaki şekerin hızla artmasına sonra da aynı hızla düşmesine sebep olurlar. Buna hipoglisemi denir ve saldırgan davranışlara yol açar. Örneğin bir kişi beyaz ekmek yediği zaman kan şekeri hızla artar. Bunun üzerine kan, bu şekeri hücrelere dağıtmaya çıkar, kurye olarak da insülin hormonunu kullanır. Ancak hücre, kapasitesi dolduğu zaman kapılarını kapatır. Kan ise şekeri dağıtmakta ısrarlıdır ve sürekli olarak kuryelerin sayısını yani insülin oranını dengesiz bir biçimde arttırır. Baskıya dayanamayan hücreler sonunda kapılarını açıp tüm şekeri kabul ederler. Bu sefer de kan şekeri hızla düşer ve kişi halsizleşir. Kişiyi bu durumdan kurtarmak ve kan şekerini kompanse etmek için adrenalin devreye girer. Ancak bu hormon saldırgan davranışlara yol açar. Adrenalin üretiminde magnezyum kullanılır. Bu nedenle katillerde ve hiperaktif çocuklarda magnezyum değerleri hep düşük çıkar.” Ancak beynin şekere ihtiyacı olduğunu, çünkü enerji olarak glukoz kullandığını da belirten Wetherilt, “Eğer yeterli glukoz sağlanamazsa oksijen kullanımı azalır ve beyin işlevleri hasar görür. Zeka geriliğine yol açan beyaz ekmek ve masa şekeri gibi yiyecekler yerine, tahıl, kurubaklagil ve meyve türü gıdaları tercih etmelisiniz. Bunlar içerdikleri şekeri kana yavaş ve dengeli olarak verirler çünkü.” Diyor.

SERİ KATİLLERİN ÇİNKO DÜZEYİ DÜŞÜK

Wetherilt, hipoglisemi haricinde vücudumuza besinler aracılığıyla geçen ağır metal kalıntılarının da kavga ve cinayet gibi saldırganlıklara yol açabileceğini söyleyerek ekliyor: “Amerika’da yapılan araştırmalarda acıma hissinden yoksun seri katillerin saç analizlerinde yüksek oranda metal kalıntıları bulundu. Buna karşılık çinko düzeyleri ise düşüktü.” Ağır metaller atık suların civarında yaşayan balıklar ile trafiğin yoğun olduğu yol kenarlarında otlayan hayvanların süt ve sakatatlarıyla, oralarda yetiştirilen sebze ve meyvelerle insan vücuduna giriyor. Beyin ve merkezi sinir sistemi için en zararlı maddeler olarak tanımlanan kurşun, cıva ve kadmiyum gibi ağır metaller sadece davranış bozukluğuna değil, zeka geriliğine ve sersemliğe de yol açıyor. Wetherilt’in belirttiğine göre, bazı bitkisel kaynaklı ürünlerin üretim, hasat, işleme ve depolama süreçlerinde oluşabilen küflerin ürettiği mikotoksin adlı zehirler de psikolojik dengesizliklere, panik ataklara ve depresyona neden olabiliyor. Bu zehirler en çok kötü hasat ve depolama koşullarından sonra piyasaya sürülen buğday, mısır gibi tahıllar, fındık, fıstık, ceviz, kestane, incir gibi kuruyemişler ve kırmızı pulbiberde bulunuyor. Boyar madde, aroma vericileri içeren süt ürünleri, hazır pudingler, meşrubat, hazır çorbalar, cips, et ve tavuk suyu tabletleri de depresyona, davranış bozukluklarına ve konsantrasyon bozukluğuna sebebiyet verebiliyor.

GIDA BOYALARI DA KATİL

Beyin hücrelerinin gelişmesi ve normal çalışması için gerekli olan ve sinir hücreleri arası iletişimi sağlayan asetil kolin, glutamat, dopamin, serotonin, norepinefrin gibi kimyasal maddelerin oluşabilmesi için yumurta, et, balık, süt ve yoğurdun son derece önemli olduğunu söyleyen Wetherilt, “Bunlar yerine mercimek, nohut, fasulye gibi gıdalar da tam buğday ekmeği ile birlikte yenirse aynı faydayı sağlar.” Diyor. Beyin hücrelerinin zar tabakası için gerekli olan yağ asitleri ise tahıl tanelerinde, fındık, badem, kurubaklagil ve soya fasulyesinde bulunuyor. Yağ asitlerinin alınmaması beyin hücrelerinin küçülmesine yol açıyor. Demir ve çinko da beyin işlevleri için son derece gerekli iki mineral. Kırmızı et ve balıkta bulunuyor. Tam buğday ekmeği de sinir hücrelerinin iyi çalışmasını sağlayan B vitaminlerini içeriyor. Deniz ürünlerinde bulunan Omega 3 ise beyin gelişimi için hayati önem taşıyor. Bu temel gıdaların eksikliği beyinde aksaklıklara, dolayısıyla da akıl sağlığının bozulmasına yol açıyor. Son noktada da şiddet karşımıza çıkıyor. Besin takviyesi yöntemi ise bilim adamları tarafından suçun engellenebilmesi için en hızlı, kolay ve ucuz yol olarak gösteriliyor. Kriminoloji kitabının yazarı Prof. Timur Demirbaş da Batı’da yeni gelişen bu suç önleme çalışmaları ile ilgili şunları söylüyor: “Amerika’da araştırmalar boya içeren maddelerin de zehirleyici etki yaparak cinayetlere yol açacağını gösteriyor. Çocuk ve gençlerin günlük besinlerinde çokça bulunan boyar maddeler fosfat içeriyor ve fosfat ile fazla beslenmenin suça iteceği ileri sürülüyor.” .

BESİN TAKVİYESİ ŞİDDETİ YOK EDİYOR

Dünyada şiddet suçu oranlarının en yüksek olduğu ülke olan Amerika’da yapılan araştırmalara göre, halkın yüzde 80’inde beyin işlevleri için gerekli olan çinko ve B vitaminleri eksik. Amerika’da psikiyatri servislerinden ulaşılan hiperaktif çocuklar üzerinde yapılan testler de bu çocukların yüzde 74’ünün şeker ve suni gıdalar nedeniyle vücutlarında anormal düzeyde glukoz bulunduğunu ve hipoglisemik olduklarını ortaya koymuş. Yine Amerika’da bir çocuk hapishanesinde 13-17 yaş grubu arasında yapılan testler, çocukların almaları gereken demir oranının yalnızca yüzde 63’ünü, magnezyum oranının yüzde 42’sini, çinko ve vitaminlerin de yüzde 39’unu aldıklarını gösterdi. 3 ay boyunca bu çocuklara eksikliği bulunan mineral, vitamin ve yağ asitlerinden oluşan tabletler verildi. Tedavi sonunda hapishanedeki şiddet olaylarında ve kavgalarda yüzde 80 düşme sağlandı. Finlandiya’daki başka bir araştırma ise suçluların yüzde 68’inde hipoglisemi olduğunu ortaya çıkardı. İngiltere’de Oxford Üniversitesi’nde beslenme ve suç arasındaki bağıntıyı araştırmak üzere kurulan Naturel Justice birimi tarafından yapılan başka bir deney ise azılı katillerin bulunduğu bir hapishanede gerçekleştirildi. 9 ay boyunca mahkumlara vitamin, mineral ve yağ asitlerince zengin yiyecekler verildi. 9 ay sonunda mahkumların yüzde 37’sinde tüm şiddet eğilimi yok olmuş, geri kalan kısmında ise görece azalmıştı. Arizona eyaletinde devamlı kavga, cinayet ve yaralama gibi suçların işlendiği bir okulda yapılan deney de yine diğerleri gibi olumlu sonuç verdi. Bir kenar mahallede bulunan okuldaki öğrencilerin çoğu düzenli bir aile hayatına sahip değildi ve genel olarak pizza, hamburger, donat, kızarmış patates ve kola gibi gıdalarla besleniyorlardı. Okul yemekhanesinde düzenli olarak sağlıklı yiyecekler yedirilen çocukların yüzde 50’si deney sonunda öğretmenlerine karşı daha saygılı, genel olarak daha sakin ve barışçı bir karaktere büründü. California Üniversitesince yapılan bir araştırma da yetersiz ve sağlıksız beslenen çocukların 7 yaşında yüzde 41’inin, 17 yaşına geldiklerinde ise yüzdenin 51’inin saldırganlaştığını ortaya çıkardı. 20 yıldır California, Newyork, Oklahama, Virginia ve Florida hapishanelerinde şiddet ve beslenme üzerine araştırmalar yapan California Üniversitesi’nden Stephen Schoenthaler de şiddetin beslenme yoluyla kesin kes engellenmesinin mümkün olduğunu söylüyor. İskoç Teesside Üniversitesi’nde yapılan araştırmalar da aynı sonuca işaret ediyor: “Saldırganlık beslenme ile yok edilebiliyor!”

ANTİ-KATİL DİYETİ

Oxford Üniversitesi’nin yaptığı deneylerde kullandığı vitamin, mineral, yağ asitleri ve bunların bulunduğu yiyecekleri sizin için hazırladık. Çocuğunuz ve kendi akıl sağlığınız için bu yiyecekleri sofranızdan eksik etmeyin…

Vitaminler:
Vitamin C: Üzüm, portakal, kavun, bezelye, kivi, çilek, domates, brokoli, ıhlamur, karnabahar, biber, tere.
Vitamin B1: Kabak, et, mantar, kuşkonmaz ,fasulye.
Vitamin B2: Balkabağı, balık, süt, buğday filizi.
Vitamin B3: Ton balığı, tavuk, ciğer, somon balığı, kuzu eti, uskumru, hindi, hububat.
Vitamin B5: Yonca, mercimek, kereviz, yumurta, avokado.
Vitamin B6: Muz, soğan, tohumlar, fındık.
Vitamin B12: İstiridye, sardunya, karides, peynir.
Vitamin A: Havuç, tere, lahana, ciğer, et, tatlı patates, kavun, baklagiller, mango, domates, kayısı, papaya, yeşil ve kırmızı sebzeler, meyveler.
Vitamin D: Ringa balığı, somon balığı, uskumru, diğer balıklar, ciğer, et, yumurta.
Vitamin E: Bitkisel yağlar, baklagiller, tohum yiyecekler.
Vitamin K: Brokoli, soya yağı, patates, bezelye, lahana, karnabahar.
Kalsiyum: Peynir, konserce balık, fındık, tam buğday unu, süt, sebze kökleri, yumurta, balık, buğday ekmeği.
Folik asit: Ispanak, susam, ceviz, yer fıstığı
Biotin: Marul, havuç, kiraz, kızılcık, mısır.

Mineraller:
Demir: Bira mayası, salyangoz, kepek ekmeği, kakao, soya filizi, maydanoz, kuru meyveler, sardunya, salamura edilmiş et, fasulye.
Bakır: Ciğer, midye, zeytin, baklagiller, balık, kümes hayvanları.
Magnezyum: Soya fasulyesi, kara pirinç, kuru bakla, karides, deniz ürünleri, et, sebze, muz, yeşil lifli sebzeler.
Çinko: Peynir, konserve balık, bira mayası, et, bakliyat, yumurta, pirinç, patates.
İyot: Kuru yosun, mezit balığı, et, tahıl.
Manganez: Fasulye, nohut, meyve, yeşil lifli sebze.
Potasyum: Kuru meyve, soya unu, pekmez, çiğ sebze, çabuk kahve.
Fosfor: Bira mayası, peynir, yoğurt, balık.
Selenyum: Sakatat, but.
Krom. Yumurtanın sarısı, pekmez, taze meyve suyu, kepek ekmeği, bal.
Molibden: Kara buğday, alkollü içecekler.

Yağ asitleri:
Omega 6: Fındık, böğürtlen, çuha çiçeği, bitkisel yağlar.
Omega 3: Somon balığı ve diğer deniz ürünleri.

MUHAFAZAKARLAR TEPKİLİ

Muhafazakar kanat ise suçun beslenmeye bağlanmasına şiddetle karşı çıkıyor. Bunun suçlunun tüm sorumluluğu yiyeceklere atarak az bir cezayla hapisten kurtulabilmesi şeklinde sonuçlanabileceğini de belirtiyor. Ki çerez davası olarak bilinen bir davada, bir kişi tanımadığı iki kişiyi nedensizce öldürmüş ve o gün çok fazla cips yediğini ispatladığı için yalnızca 7 yıl ceza almıştı.

KARADENİZLİNİN SİNİRİ EROZYONDAN

Beslenme Uzmanı Bengül Akgün de E, B1, B5, B12 vitaminleri, folik asit, sodlum, kalsiyum, magnezyum ve iyot eksikliklerinin merkezi sinir sistemi üzerinde olumsuz etkiler yaptığını belirterek, “Beslenme yetersizlikleri çevresel faktörlerle birleşerek saldırgan davranışlara yol açabilir.” Diyor. Ülkemizde en çok görülen eksikliklerden biri olan iyot eksikliğinden söz eden Akgün, “Özellikle Karadeniz bölgesinde erozyon çok olduğu için toprak üzerinde bulunan iyotu alıp götürür. Bu nedenle Karadeniz insanında iyot yetersizliğine bağlı olarak guatr, dolayısıyla da sinirlilik hali çok görülen bir durumdur.” Diyor. Psikiyatri uzmanı Tolga Tolun Satır da dışarıdan alınan doping maddelerinin ve kas geliştirici steroidlerin sinirlere zarar verdiğini belirterek, erkeklik hormonu olarak bilinen testesteronun fazla salgılanmasının da saldırganlığa yol açabileceğini söylüyor. Psikiyatrist İbrahim Hakkı Şahinler de beyindeki dopamin, serotonin ve nöradrenalin sıvılarının azalmasının şiddet içeren davranışlara yol açtığını ifade ediyor. Psikiyatri Uzmanı Doç. Dr. Hakan Türkçapar ise serotonin eksikliğinin intiharlara ve cinayetlere yol açacağını söylüyor.

DEPREM AŞISI ‘Bacillus Pasteurii’

DEPREM AŞISI

Amerika’daki Davis Kaliforniya Üniversitesi, Toprak Etkileşimleri Laboratuvarı’nın son icadı; ‘Bacillus Pasteurii’.. Zerk edildiği yerdeki yumuşak toprağı kalsite dönüşerek kaya gibi sert bir yapıya dönüştürüyor. Bakteri, çürük zeminli binaları depreme karşı güçlendirebilecek bir kurtarıcı olarak görülüyor.

ÜRÜN DİRİER, urund@aktuel.com.tr

Amerikalılar çürük zemine çare buldu. Türkiye gibi deprem kuşağında yer alan ve üfleseniz yıkılabilecek kadar dayanıksız binalarla dolu olan bir ülkede yaşadığımız için, bu gelişme maalesef çok dikkatimizi çekti. Biliyorsunuz ki yaşadığımız korkunç depremlerde yanyana dizilmiş iskambil kağıdı gibi devrilen binaların birçoğunun zemininde sıvılaşma problemi olduğu ortaya çıkmıştı. Çünkü binalar deprem hattında olup olmadıkları araştırılmadan kondurulmuştu. Üstüne üstlük binaların temelleri de apartman değil çadır dikiliyormuş gibi atılmıştı. Ve hala muhtemel bir depremde domino taşları gibi yıkılabilecek yüzbinlerce bina var. Amerikan Davis Kaliforniya Üniversitesi araştırmacılarının keşfettiği ‘bacillus pasteurii’ adındaki bakteri bu nedenle dikkatimizi çekti. Bu bakterinin özelliği ise, enjekte edildiği yerde kendiliğinden kalsit (kalsiyum karbonat) üreterek zemin yapısındaki boşlukları doldurması. Kısacası çimento etkisi yaratan bu bakteri yumuşak toprağı sert bir kayaya çevirebiliyor. Yeraltında doğal olarak bulunan ve yer altı sularını olduğundan daha alkalik yapmasıyla bilinen bakteri, tek tek tüm parçaları birleştirerek yekpare bir zemin oluşturabiliyor. Kalsiyum ve karbonatı birleşerek kalsiyum karbonat kristali formu almak üzere suda erimeye zorlayan bu bakteri, daha sonra da bu doğal çimentoyu iyice sıkılaştırarak adeta birbirine bitiştirilmiş kiremitler haline getiriyor.

Mikrop, biraz oksijen ve besin

Bu teknik Amerika’da özellikle antik değeri olan heykellerin içindeki boşlukları ve dışındaki yarıkları kapatmak için zaten kullanılıyormuş. Bilimadamları tekniğin bina temellerinde de uygulanabileceğini düşünerek başlamışlar bu projeye. Tabi birkaç küçük farkla.. Kalsiti güçlendirmek için içine oksijen ve bazı besin değerleri de katmışlar. Projenin hedefi ise deniz kıyısında kumsal araziye inşa edilen binaları depreme karşı dayanıklı hale getirmek. Diğer binaların temeli de, kendisi de zaten yeterince sağlam yapılıyor çünkü! Bu arada madde zerk ederek zemin yapısındaki boşlukları doldurma fikri Amerika’da ilk değil. Bakterinin mucidi Jason DeJong daha önce de bir takım kimyasallarla bu işlemin yapılabildiğini söylüyor. Ama kimyasallar tahmin edilebileceği gibi su ve toprakta toksik maddeler bırakıyormuş. Bu da doğanın dengesini bozmanın nasıl felaketlere yol açacağını anlayan bir dünyada hiç de hoş karşılanamaz. Bu nedenle Amerika’da artık biyolojik çalışmalar ile geoteknik gelişmeler birbirini takip ediyor. DeJong “20. yüzyıla ödnüp bakarsanız önce mekanik mühendisliğin, ardından da kimya mühendisliğinin geldiğini görürsünüz. Şimdi ise biyolojinin her zaman önemli bir yeri olacağını anlamış bulunuyoruz.” diyor. Trilyarlarca mikrop olduğundan söz eden DeJong: “Toprağın her karesinde sayılamayacak kadar çoklar. Onları organize etmeyi başarırsak bizim için faydalı işler yapabilirler.”

Yeni Milenyumun Bilimi

Kaliforniya Üniversitesi Toprak Etkileşimleri Laboratuvarı’nda çalışmalarını sürdüren Profesör Yardımcısı Jason DeJong, “Geoteknik mühendisleri kısa bir süre öncesine kadar biyoloji ile geoteknik arasındaki önemli bağı reddediyordu. İkisi arasındaki bağın önemi yeni yeni keşfedilmeye başlandı.” diyor. Amerika’daki Ulusal Bilimler Akademisi bile bu konudan 2006 raporunda söz etmiş. Yani oldukça yeni bir konu. “Yeni Milenyumda Jeolojik ve Geoteknik Mühendislik: Araştırmalar ve Teknolojik İcatlar İçin Fırsatlar” başlıklı raporda, toprak hareketleri üzerindeki biyolojik çalışmalar gelecek için bir fırsat olarak ve araştırılması gereken bir konu olarak gösteriliyor. Ancak ülkemizde bu konu henüz pek bilinmiyor. DeJong projesi ile ilgili şimdiden Hayward Baker ve Soletanche Bachy gibi dünyanın önde gelen iki büyük geoteknik yapı geliştirme şirketiyle görüşmüş. Hatta Hayward Baker DeJong’a saha çalışmalarında yardım etme teklifinde bile bulunmuş. Bakterinin yalnız evleri depreme karşı dayanıklı hale getirmek için değil, tünel, baraj ve set yapımı gibi inşaat alanlarında da kullanılması planlanıyor. Çünkü engebeli bir arazide düz bir zemin oluşturmak için ‘baciullus pasteurii’ çok uygun.

Hem ucuz, hem doğa dostu

‘Bacillus Pasteurii’nin en güzel tarafı ise inşaat sırasında zemine zerk edilebileceği gibi, tıpkı bir aşı gibi bitmiş binaların zeminine de vurulabiliyor olması. Üstelik Jason DeJong yöntemin bilinen tüm zemin güçlendirme yöntemlerinden, kimyasal yöntemler dahil, daha ucuz olduğunu söylüyor. Hem de doğayı kirletmiyor. Toprağın yapısını bozmadan, aradaki boşlukları dolduruyor yalnızca. Deneyi deprem simulasyon cihazıyla laboratuar ortamında yapılan ve Ulusal Bilim Vakfı’nca finanse edilen araştırmanın adı ise ‘Microbially Induced Calcite Precipitation’, Yani MICP. Mikrobik yolla harekete geçirilmiş kalsit çökeltisi diye çevirilebilir. Jason DeJong, geçtiğimiz on yıllarda jeosentetik malzemelerin ve sulu harç kullanımının dramatik bir şekilde arttığını belirterek, “Bu malzemeler yer altı sularına ve toprağa ciddi toksik zararlar veriyor. Örneğin harcın içindeki malzemeler topraktaki PH seviyesini suni olarak yükseltiyor.” diyor.

“Mevcut teknoloji yetersiz”

Konuyla ilgili görüşlerini aldığımız Yıldız Teknik Üniversitesi İnşaat Mühendisliği Bölümü Geoteknik Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Kutay Özaydın, bakteri kullanımının uygulamaya geçilirse çok iyi olacağını belirtiyor. “Mevcut teknoloji zemin boşluklarını doldurmaya yetmiyor. Çünkü iri çimento daneleri zemindeki ince kum tanelerinin arasına giremiyor.” diyen Özaydın, zemin ne kadar sert olursa binanın depreme karşı o denli güçlü olacağının da altını çiziyor. Yıldız Teknik Üniversitesi’nden Zemin Mekaniği ve Geoteknik Mühendisi Prof. Dr. Sönmez Yıldırım da Türkiye’de temel zemininin genellikle ince daneli kum ve kilden oluştuğunu ifade ederek, “Klasik çimento enjeksiyonu ile bu maddenin arasındaki boşlukları doldurmanın olanağı yoktur. Bu durumda kimyasal enjeksiyon tekniklerinin kullanılması gerekirdi ama ülkemizde bu teknikler bile kullanılmıyor çünkü çok pahalı.” diyor.

“Bakteri binayı kurtaramaz”

Yıldırım, ‘Bacillus Pasteurii’nin yumuşak zemin yapısını kaya gibi sertleştirmesiyle ilgili olarak da “Biliyorsunuz Azapazarı depreminde yıkılan binalardan büyük bir bölümü zemin sıvılaşmasından yıkılmıştı ama binaların yıkılmasında tek neden temel değil. Çarpık üst yapı nedeniyle de bir çok bina yıkılmıştı.” açıklamasında bulunuyor. İnşaat Mühendisleri Odası İstanbul Şube Başkanı Cemal Gökçe ise Türkiye’deki binaların zeminini sağlamlaştırmak için bakteri aşılamaktan daha önemli şeylerin olduğunu söylüyor. “Zemin şartlarına uygun bir proje, doğru denetim, standartlara uyma gibi noktalara dikkat edilirse bakteriye gerek kalmaz.” diyen Gökçe, “Ayrıca zemin sağlamlaştırmak için beton dökme ve kazık çakma gibi yöntemler de var. Bina sağlam yapılmadıkça kayanın üstüne bile inşa edilse sonuç farketmez. Bakteri binayı kurtaramaz.” açıklamasında bulunuyor.

SAYISAL LOTONUN ŞİFRESİ ÇÖZÜLDÜ

ZONGULDAK DEVREK’TE BİR SOKAK HER HAFTA SAYISAL LOTO’DA 5 BİLİYOR. İÇLERİNDE ON BİR KEZ 5 BİLEN BİLE VAR!

6/49’un DNA şifresi çözüldü

Devrekli emekli nalbur Tuncay Albayrak 13 yıl boyunca Sayısal Loto sonuçları üzerine çalışarak ‘şans’ diye bir şeyin olmadığını ortaya koydu. 211 kombinasyon modeli olduğunu bunların içinde de 10-15 tanesinin devamlı tekrar ettiğini çözen Albayrak, milyarder olmanın formülünü yazdı!

Yazı Ürün Dirier/ urund@aktuel.com.tr

Zonguldak’ın baston imalatıyla ünlü şirin kasabası Devrek’teyiz. Ama burada bulunmamızın nedeni ustaların el emeği, göz nuru ile heykel yapar gibi ince ince işledikleri kızılcık ağacından bastonları görmek değil. Sayısal Loto’nun DNA şifresini çözdüğünü söyleyen emekli nalbur Tuncay Albayrak’ı bulmak. Onu kasabanın küçük çarşısında kendi soyadıyla anılan Albayrak Sokak’ta buluyoruz. Eskiden nalbur olan dükkanı şimdi 6/49’un yol haritasını çizdiği bir sayı laboratuarına dönüşmüş. Camekanlar, ‘5 bilmek yüzde 100’, ‘6 bilmek yüzde 92’, ‘Ben bu sevdaya baş koydum, ben bu ömrü feda ettim, aşımdan uykumdan oldum, başka şansın yok peşindeyim’ gibi yazılarla dolu. İçeride ise onlarca klasör, çalışmalarını sürdürdüğü bir bilgisayar, bir masa ve duvara yapıştırılmış sözler var. Konu özetle şu; Albayrak 13 yıl önce başlayan ve bu hafta 600’üncü haftasına giren Sayısal Loto’da çıkan rakamların tesadüf olmadığını çözmüş. 13 yıl boyunca tüm sonuçları not eden Albayrak, hepsini formüle etmiş. Toplam 211 modelde toplamış. En çok tekrar eden 10-15 model olduğunu saptamış. 600 haftanın sonuçlarına bakınca gerçekten de çıkan sayı gruplarının paket halinde düşmüş olduklarını biz de gördük.


3, 8’i seviyooo!

Anlatmaya 13 yıl boyunca tam 23 kez tekrarlayarak tüm modellerden daha çok karşımıza çıkan “bir tek basamaklı sayı+bir 10’lu sayı+bir 20’li sayı+iki 30’lu sayı ve bir 40’lı sayı” modelinden başlayalım. Daha net olsun diye bir örnek de verelim: 5+15+20+32+34+47. Bu model tablolarda da göreceğiniz gibi 6/49’un en popüler dizilimi. Bunu 600 hafta boyunca tam 16 kere tekrarlayan “bir tek basamaklı sayı+iki 10’lu sayı+bir 20’li sayı+bir 30’lu sayı+bir 40’lı sayı”dan oluşan, 5+11+13+24+38+47 şeklinde örneklendirebileceğimiz model takip ediyor. Albayrak, Sayısal Loto’da en çok çıkan rakamlar diye bir şeyin olmadığını, ancak en çok görülen modeller olabileceğini söylüyor. Çünkü belli sayılar birbirlerini çok seviyormuş da ayrılamıyormuş gibi adeta birlikte hareket ediyor. Albayrak bu sayıları da deprem haritası diye adlandırdığı tabloda gösteriyor. Örneğin 13 yıl boyunca 3 ile 8 on kere birlikte düşmüşler. 4 ile 5 ise aralarında bir dargınlık olacak ki yalnızca bir kez birlikte yakalanmışlar. 11 ile 16 da birbirini çok sevenlerden. Buna karşılık 11 ile 19 hiç aynı ikramiyede buluşmamışlar. 21 ile 27 de ayrılamayanlar. Keza 32 ile 33 ve 43 ile 49 da hep aynı anda düşmüşler küreden birisini trilyoner yapmak için.

Aynı kuponu oynayın ve sabredin

1 ile 49 arasında 13 milyon 983 bin 816 veri olduğunu söyleyen Albayrak, bu kadar çok kolon oynayamayacağımız için işi deprem haritası ve modeller yardımıyla basitleştirmiş. Çıkardığı formüller sayesinde Albayrak Sokak’ta hemen hemen her hafta bir 5 bilen çıkıyor. Şimdiye kadar 6’yı bulamamışlar ama umutları var. 5 bilerek birkaç milyara eyvallah diyorlar şimdilik. Genellikle de grup olarak oynuyorlar; 10-15 kişi bir araya gelip ortak kupon dolduruyorlar. Albayrak da herkese bunu öneriyor. “Örneğin deprem haritasından bir çift sayı seçtiniz. Tablodan bu sayıların yanına yazabileceğiniz rakamları belirleyin ve her bir kolona seçtiğiniz çift sayı aynı kalmak üzere diğer sayıları değiştirerek işaretleyin. Mesela 1-9 arası tüm sayıların hepsini indirin. Bu yüzden çok kolon oynamanız gerekecek, o yüzden diyorum ki paylaşımcı olun, birlikte oynayın; esnaflar, doktorlar, avukatlar arkadaşlarıyla bir araya gelip oynasınlar” diyor. Kesinlikle oynadığımız kuponu değiştirmememiz gerektiğini söyleyen Albayrak, “İşin sırrı aynı kuponu oynamakta. Bakın geçenlerde biri dört yıl aynı kuponu oynayıp bir buçuk trilyonu kazandı. Kendinize belli bir model seçip kombinasyonlarını oynadığınız zaman kesin birkaç yıl içinde büyük ikramiyeyi kazanırsınız” diye konuşuyor. Sayısal Loto’da 6’yı tutturmayı bir tür yatırım olarak gören Albayrak, sabredenin muradına ereceğinde ısrarlı.

Albayrak kısa süre öncesine kadar tüm verileri eliyle yazıyormuş. Ancak arkadaşı memur Yaşar Küçük’ün kendisine bilgisayarda Excel programını öğretmesinin ardından işleri kolaylaşmış. Televizyonda çekilişleri izlerken ilk birkaç rakamdan sonra gelecek diğer sayıları tahmin edebildiğini anlatan Albayrak, hiçbir şeyin şans olmadığı görüşünde. Şimdiki hedefi ise Milli Piyango’nun genetik şifresini çözmek ve Guinnes Rekorlar Kitabı’na girmek.

Bu sokakta 5 bilmeyen yok

Albayrak Sokak’ta kime sorsanız mutlaka 5 bilenlerden biri çıkıyor. Tuncay Albayrak dahil bakkal, Sayısal Loto Bayii, hamamcı, tuafiyeci, çaycı…Burada herkes en az beş, altı kere 5 bilmiş. Bu sokakta bulunan Sayısal Loto Bayii’nin duvarları da Albayrak’ın şemalarıyla dolu. Herkes buradaki verilerden faydalanıyor. Bayii’nin sahibi Remzi Badur, “Her hafta bir 5 bilen çıkartıyoruz mutlaka” diyor. Camekanlarını 5 bilenlerin kuponları süslüyor. Sokak’ın kumaşçısı ve tuhafiyecisi Nevzat Boz da şimdiye dek yedi kere 5 bildiğini anlatıyor. Genellikle grup olarak oynadıklarını söylüyor ve ekliyor: “6 bizim mahallede dolaştı ama bir türlü birimizde durmadı.” Tekel Bayii Şeref Kaypak ise en çok 5 bilenlerden biri. En son 6 bin 500 YTL kazanmış. Kuyumcu Sabri Saraç, Bakkal Fahri çavuş, çaycı Güney Bükrü ve beyaz eşyacı Feridun Bora da beş, on kere 5’i tutturmuş olanlardan. Ama içlerindeki en enteresan isim antenci Recai Uzar. Şimdiye kadar Albayrak’ın formülleriyle tüm on bir kez 5’liyi tutturmuş. En son 2 bin 700 YTL kazanmış. Halinden memnun.

Olasılıklı mı olasılıksız mı?

Peki ama bazı sayıların birbirini sevmesinin ve birlikte yola çıkmasının, belli modellerde belli rakamların kendisini göstermesinin nedeni ne olabilir? Belki topların üzerinde yazan rakamlardır. Örneğin 1 yazmak ile 48 yazmak arasında, kullanılacak boya miktarı açısından bayağı bir fark var. Belki de topların her hafta sekiz tüpten küreye aynı sırayla düşüp aynı yöne doğru karıştırılmaları, fizik bilimi bağlamında bir anlam ifade ediyordur. Adam Fawer ‘Olasılıksız’ isimli kitabında, bir bilardo oyuncusunun ıstakanın, topların ve masanın esnekliği, havadaki nem oranı, rüzgar, topa vuruş açısı ve hızı gibi faktörlerin bilgisine eksiksiz olarak haiz olursa, masadaki topların konumlarının ne olacağını tam olarak bilebileceğini söyler. Olayı bu açıdan da değerlendirmek mümkün. Yeditepe Üniversitesi’nden istatistik profesörü Fazıl Güler ise, topların ağırlığı eşit ise bu verilerin tamamen tesadüfi olduğu görüşünde. “Ama” diyor; “Topların üzerindeki yazı kabartmalarından dolayı çok cüzzi de olsa bir ağırlık farkı var ise sonuçlar etkilenebilir!”

Loto tezi

Uludağ Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Erkan Işığıçok “Değişkenler Arasındaki İlişkilerin Araştırılmasında Nedensellik Testleri ve Bir Uygulama Denemesi” başlıklı doktora tezinde Sayısal Loto’yu incelemiş. Topların çıkma olasılığının eşit olduğunu, bu eşitliği ancak toplardaki aşınmaların ve bir kısmının değiştirilip bir kısmının değiştirilmemesi gibi durumların bozacağını söyleyen Prof. Işığıçok, beş yıl öncesinde yaptığı çalışmalarda, en çok çıkan sayıları 27, 16, 38, 14 ve 20; en az çıkanları ise 23, 31, 33, 42 ve 48 olarak belirlemiş. Bu sayılardan “27” tam 44 çekilişte yer almış. Prof. Işığıçok’un araştırmasına göre 9 hafta 3, 3 hafta da 4 ardışık sayı çekilmiş.


---İkili rakamlar deprem haritası---

En çok çıkan 10 ‘tek basamaklı çift’

3-8: On kere çıkmış
1-6; 2-5; 2-7: Yedişer kere çıkmışlar
4-7; 1-8; 5-9: Altışar kere çıkmışlar
6-8; 1-4; 2-9: Beşer kere çıkmışlar

En çok çıkan 10 ‘onlu çift’

11-16: On bir kere çıkmış
12-17: On kere çıkmış
12-13: Dokuz kere çıkmış
10-13; 10-16: Yedişer kere çıkmışlar
11-14; 12-16; 12-18; 15-16: Altışar kere çıkmışlar
12-15: Beş kere çıkmış

En çok çıkan 10 ‘yirmili çift’

21-27; 22-23: Yedişer kere çıkmışlar
20-28; 24-25; 25-29: Altışar kere çıkmışlar
20-23; 21-22; 21-26; 23-27: Beşer kere çıkmışlar
20-22: Dört kere çıkmış

En çok çıkan 10 ‘otuzlu çift’

32-33: Dokuz kere çıkmış
30-38: Sekiz kere çıkmış
30-39: Yedi kere çıkmış
30-35; 31-32; 32-34; 33-38; 34-36; 35-38: Altışar kere çıkmışlar
30-31: Beş kere çıkmış

En çok çıkan 10 ‘kırklı çift’

43-49: Dokuz kere çıkmış
40-44; 40-47; 40-49: Yedişer kere çıkmışlar
41-42; 41-48; 41-49: Altışar kere çıkmışlar
40-46; 44-48: Beşer kere çıkmışlar
42-47: Dört kere çıkmış


---En çok çıkan tablolar---

TABLO1

5 15 20 32 34 47
8 14 21 33 39 41
8 13 20 32 37 42
6 18 26 33 34 41
6 12 24 32 33 44
9 11 23 30 39 45
2 11 22 32 39 40
6 19 28 32 35 47
5 19 29 32 39 40
2 14 21 36 37 42
9 12 29 30 35 40
6 15 23 34 38 41
5 12 23 30 38 41
9 10 28 34 36 45
3 11 20 33 38 46
3 13 27 31 36 42
2 18 21 32 37 48
6 19 22 34 35 41
2 13 22 32 35 41
7 15 25 32 35 48
8 17 26 31 37 45
7 13 23 32 36 49
3 13 23 31 34 46


TABLO2

5 11 13 24 38 47
7 14 15 26 37 48
2 10 13 26 33 47
9 15 17 24 33 46
8 12 17 25 37 42
9 11 13 25 32 45
5 10 12 24 34 44
6 10 19 21 36 41
7 11 16 20 32 44
6 10 14 26 34 49
2 14 19 27 39 43
6 12 16 20 35 40
6 10 16 24 35 44
5 12 15 24 39 45
2 11 17 26 31 46
5 11 16 29 38 48

TABLO3

10 12 21 37 43 49
12 16 23 36 43 49
14 15 26 32 45 46
10 13 26 38 41 49
11 16 21 34 40 49
17 18 24 34 41 49
11 17 27 38 40 41
16 19 26 32 42 43
11 16 28 30 42 48
11 14 28 34 40 45
12 18 29 39 44 49
11 16 23 36 41 44
10 15 27 38 44 48
15 16 23 39 45 47
16 18 22 39 40 49

TABLO4


3 14 16 23 27 43
9 14 16 22 27 48
8 12 13 21 25 47
6 14 17 21 22 46
5 11 14 23 26 44
8 12 17 27 28 44
8 15 16 24 28 49
4 12 17 22 27 44
5 11 14 21 27 43
3 11 16 23 27 49
2 13 14 21 29 43
3 11 16 22 25 45
3 11 19 21 29 47
2 10 19 21 26 47


TABLO5

1 8 16 28 39 40
4 7 10 21 37 49
5 8 11 25 34 48
1 9 10 23 30 48
1 6 14 27 39 49
7 8 18 23 33 42
3 8 14 25 36 40
2 4 16 26 34 43
2 7 12 25 39 40
7 8 10 24 31 47
5 9 18 28 38 46
6 8 18 26 31 46
3 4 16 23 39 40
6 8 18 24 39 49

BENZER BENZERİ İYİLEŞTİRİR: 200 YILLIK TEDAVİ: HOMEOPATİ

CHARLES DICKENS, GOETHE, MARIA THERESA, TINA TURNER, DAVID BACKHAM, GHANDI, PRENS CHARLES VE BILL GATES’İN ORTAK YÖNÜ…



“Similia similibus currente”*
* Benzer benzeri tedavi eder



Batı 200 yıldır hastalığı kendi benzerinin tedavi ettiğini biliyor. Türkiye’de uygulama alanı olmayan ve pek bilinmeyen homeopatik tedavi yöntemi, Avrupa ülkelerinde ve ABD’de tıp fakültelerinde okutuluyor, ilaçları sigorta tarafından karşılanıyor. Geçen yıl kurulan Türkiye Homeopati Derneği, konvansiyonel tıpta tedavisi olmayanlar dahil tüm hastalıklarda kullanılabilen bu tedavi yöntemini tanıtmak için çalışıyor. Homeopatik tedavide hastalıklar için değil hasta için ilaç bulunuyor. Tek bir ilaç!

ÜRÜN DİRİER / urun.dirier@aktuel.com.tr

1700’lerin sonunda Almanya’da Samuel Hahnemann adında bir doktor tıbbi tedavi yöntemlerini suçlayan makaleler yazıp duruyordu. Özellikle hacamat, bağırsakların yıkanması ve ne olduğu bile tam anlaşılmamış ilaçların bedene tıkıştırılmasını barbarlıkla bir tutuyordu. Bu makaleler ona tıp çevrelerinden ve eczacılardan pek çok düşman kazandırdı. Hahnemann sonunda hekimliği bıraktı. Geçimini ise tıp ve kimya kitaplarını çevirerek sağlamaya çalışıyordu. 1790 yılında İskoç Dr. William Cullen’in “Materia Medica” adlı kitabını Almanca’ya çevirirken “Chinarinde” (kınakına) bölümü dikkatini çekti. Bitkinin kabuğunun içerdiği tanen maddesi sayesinde sıtma hastalığına karşı kullanılabileceği belirtiliyordu. Hahnemann bu bilgiyi şüpheli buldu çünkü daha çok miktarda tanen maddesi içeren bitkilerin sıtmaya karşı hiçbir etkiye sahip olmadıklarını biliyordu. Kınakına bitkisinin etkilerini daha iyi anlayabilmek için kendi üzerinde denemeye karar verdi. İlacı aldıktan kısa bir süre sonra, sıtma hastası olmadığı halde, vücudunda tipik sıtma belirtileri oluştuğunu saptadı. Belirtiler birkaç saat sonra yok oluyor, yeni bir doz aldıktan sonra yeniden ortaya çıkıyordu. Hahnemann bitkiyi yakın çevresindeki kişiler üzerinde de denedi. Daha sonra bu araştırmalara Belladonna (Güzelavratotu) ve Arsenicum album (Arsenik) gibi zehirli maddelerle devam etti. Hahnemann’ın keşfettiği şey müthişti!

Çivi çiviyi söker, dinsizin hakkından…

Sağlıklı insanlara yüksek dozda verildiğinde bir hastalığın semptomlarını yaratan maddeler, hasta olan insanlara “çok çok düşük dozda” verildiğinde iyileştirici bir etki yapıyordu. Bu Hipokrat’ın “similia similibus currente” yani “benzer benzeri tedavi eder” sözleriyle açıkladığı benzerlik prensibiydi. Rönesans’ta Paraselsus da bu prensipten söz ediyordu. Çinlilerin, Hintlilerin, Mayaların ve Kızılderililerin de kültürlerinde var olan bir ilkeydi bu. Ünlü Hint destanı Mahabharata’da kahramanlardan biri bir zehirlenmeden kurtulmak için kendini zehirli yılana sokturur örneğin. Hintli Gujarat kabilesinin kuduz olan hastaya, “çivi çiviyi söker” mantığıyla, onu ısıran köpeğin bir kılını kopartıp suyla içirttiği bilinir. Soğukta donmuş birinin karla ovulduğunu da biliriz hepimiz.

Semptomları yok etmek yerine arttırıyor

Peki bugün homeopati (homeo: benzer, pathy: acı) dediğimiz bu tedavi yönteminin çalışma mantığı nedir? Homeopati esas olarak vücudumuzun doğal iyileşme tepkilerini harekete geçirir. Örneğin grip olduğumuzda ateşimizin yükselmesinin sebebi, yüksek ateşte mikropların ölecek olmasıdır. Öksürük de mukusun atılmasına yardımcı olur. Semptomlar aslında iyileştirmek için bedenin kendi savunma mekanizmasıdır. Kurtulunması gereken düşmanlar değil! Oysa günümüz tıbbında semptomları yok eden, karşıt etkili ilaçlar kullanılıyor. Homeopatik yaklaşıma göre bu tedavi biçimi bilgisayarın ekran fişini çekmeye benziyor. Ekran kararıyor, bir şey göstermiyor ama bilgisayar aynı şekilde çalışmaya devam ediyor. Homeopatik tedavi ise vücudun iyileşmek için kullandığı semptomları arttırarak bedenin kendini tedavi etme gücünü uyandırıyor. Homeopatik tedaviyi daha iyi anlatabilmek için şöyle bir örnek verelim; uykusuzluk şikâyeti olan bir hasta düşünün, çok gergin ve öyle sinirli ki uzaktan gelen hafif bir ses bile onu rahatsız ediyor. Sağlıklı bir insanı bu duruma getirebilecek bir madde var mıdır? Evet, kahve! Eğer çok sert ve bol miktarda içilirse insanların çoğunda böyle bir etki yaratabilir. Bu yüzden buna benzer semptomlara eşlik eden uykusuzluk, kahvenin homeopatik hazırlanmış bir şekli olan “coffea” ile tedavi edilebiliyor.

Suyun hafızası

Homeopati ilaçlarına “remedy” yani “deva” deniyor. “Remedy”ler bitkilerden, hayvan zehirlerinden, minerallerden, böceklerden ve asitlerden üretiliyor. Bir “remedy” yapmaktaki en önemli nokta ise maddeyi, kendisinden eser kalmayacak kadar seyreltmek. Nasıl mı? Öncelikle etken maddeden bir miktar alınarak bir şişe suda iyice çalkalanıyor. Sonra bu sudan bir damla alınarak yine bir başka bir şişe suda yeniden çalkalanıyor. Bu işlem defalarca tekrarlanıyor. En sonunda suyun içinde bir molekül bile etken madde kalmıyor. Peki nasıl oluyor da “sadece su” diyebileceğimiz bu madde iyileştiriyor? Bunu açıklamak için kullanılan teori, “suyun hafızası teorisi”. Bu teoriye göre su, her çalkalama işlemi sırasında maddenin bilgilerini ezberliyor ve kaydediyor. Su ile şimdiye dek yapılan pek çok deneyin, su moleküllerinin titreşim gibi çeşitli etkiler karşısında değişik şekillere büründüğünü gösterdiğini hatırlatalım.

Organlar değil insanlar hastalanır

Homeopatik tedaviye gelince, bu tıp yaklaşımında hastalık değil hasta önemli. Homeopatiye göre organlar değil insanlar hastalanır. Dolayısıyla başı ağrıyan herkese aynı “remedy” verilmiyor. Pek çok kişinin başı ağrıyabilir ama her birinin başının ağrıması için kendine özel bir nedeni vardır. Aspirin herkesteki ağrı belirtilerini ortadan kaldırabilir ama her biri başını ağrıtan nedenle baş başa kalmayı sürdürecektir. Ve bu neden eninde sonunda kendini ifade etmek için başka bir yol bulacaktır. Homeopatik tedaviyi uygulayan doktora “homeopat” deniyor. Homeopat için hastayı tanımak çok önemli. Homeopat hastasına bir “remedy” vermeden önce birkaç saat boyunca onunla konuşuyor. Hastanın çocukluğu, psikolojik durumu, o yaşına kadar geçirmiş olduğu hastalıklar, ameliyatlar, beslenme tarzı, uykusu, alışkanlıkları, sevdiği şeyler, nefret ettiği şeyler, beden duruşu, sosyal çevresinde nasıl tanındığı ve karakteri gibi her ayrıntıyı dikkatle not ediyor. Ve hastanın tüm özelliklerini göz önünde bulundurarak ona göre bir “remedy” veriyor. Genellikle tek bir doz yeterli oluyor. İyileşme en önemli organdan en önemsiz olana doğru bir sıra izliyor. Bu sıralamada beyin vücudun en önemlisi, cilt ise en önemsiz olanı. Bu bağlamda örneğin, bronkiyal astımı olan bir hastada ekzantema görülürse bu tedavinin iyiye gittiğini gösteriyor. Aynı durum bir şizofreni hastasında tüberküloz görüldüğünde veya kalp hastalıkları olan bir hastada artrit görüldüğünde de geçerli.

Goethe, David Backham ve Prens Charles’ın ortak yönü

Hiçbir yan etkisi olmadığı Birleşik Devletler Gıda ve İlaç Dairesi tarafından rapor edilen homeopati bugün Avrupa ülkelerinde ve ABD’de oldukça yaygın bir kullanım ağına sahip. Almanya, İngiltere, Hindistan, Pakistan ve Meksika’da homeopati sağlık sisteminin içinde yer alıyor ve homeopati ilaçları sigorta tarafından karşılanıyor. “Remedy”ler eczanelerde satılıyor. Birleşik Devletler Gıda ve İlaç Dairesi (US FDA) araştırmalarına göre yılda 6 milyon Amerikalı homeopati ile tedavi oluyor. Birleşik Devletler Ulusal Sağlık Enstitüsü’ne (NIH) bağlı Ulusal Tamamlayıcı ve Alternatif Tıp Merkezi (NCCAM) bünyesinde şu anda fibromiyalji, bunama, beyin travmaları ve hücre bozulmalarında homeopatik tedavinin etkileri üzerine çalışmalar yürütülüyor. Homeopati tıp doktorları, hemşireler ve sağlık uzmanları tarafından uygulanıyor. Avrupa ülkelerinde üç-altı yıl arası eğitim veren homeopati okulları olduğu gibi, doktorlar için tıp fakültelerinde homeopati master programları da bulunuyor. ABD’de ise tıp doktorlarına sadece Connecticut, Arizona ve Nevada eyaletlerinde homeopati uzmanlığı verilirken, diğer eyaletlerde homeopati sertifika programları ile öğretiliyor. Rockefeller’ler, Charles Dickens, Goethe, Maria Theresa, Tina Turner, David Backham, Ghandi, Prens Charles ve Bill Gates homeopatik tedaviye başvurmuş olan ünlü isimlerden. Bu arada şunu belirtelim, homeopati klinikteki başarılı uygulamalarına karşın bilimsel olarak nasıl işe yaradığı ispatlanamadığı için 200 yıldır tartışmalı bir yöntem.

“Tedavisi olmayanlar dahil tüm hastalıklarda kullanılabilir”

Ülkemizde ise homeopati henüz bilinmeyen bir tedavi yöntemi. 2008 Eylül’ünde İstanbul’da aile hekimi Dr. Günnur Başar öncülüğünde kurulan Homeopati Derneği bu tedavi yöntemini tanıtmak için uğraşıyor. ECH’nın (European Commitee for Homeopathy) standartları doğrultusunda doktorlara yönelik homeopati kursları düzenleyen dernekte aynı zamanda homeopatik tedavi hizmeti de veriliyor. Homeopatinin tüm akut ve kronik hastalıklar ile ilkyardımda kullanılabileceğine işaret eden Dr. Başar, “Homeopati ayrıca konvansiyonel tıpta tedavisi olmayan ve neden ortaya çıktığı bilinmeyen astım, alerjiler, egzama, sedef, ürtiker, akne, saç dökülmesi, romatoid artrit, osteoartrit, hassas bağırsak sendromu, ülseratif kolit, tüm iltihaplar, migren, baş ağrıları, hipertansiyon, kalp ağrısı (angina pectoris), kronik yorgunluk sendromu, depresyon ve anksiyetede de çok etkili” diyor. Dr. Başar homeopatik tedavide bebekler, çocuklar ve hayvanlar üzerinde çok olumlu cevaplar aldıklarını belirtiyor ve “remedy”lerin ülkemizde de satılması için Sağlık Bakanlığı’ndan izin almaya çalıştıklarını söylüyor.

“22 yılıma üzülüyorum”

49 yaşındayım ve 27 yaşımdan beri saman nezlesi ve astımla mücadele ediyordum, polen filtresiyle yaşıyordum. Bazen birkaç ay evden bile çıkamadığım olurdu. Geçen yıl Almanya’dan bir arkadaşım kızının polene ve 180 adet gıdaya alerjisi olduğunu, çok çaresiz olduklarını söylemişti. Bir süre sonra arkadaşımdan bir mail aldım, kızının homeopatik tedavi ile tamamen iyileştiğini müjdeliyordu. Apar topar ben de Almanya’daki Just Hintz isimli o doktora gittim. Homeopatik ilaçlar hap ya da iğne şeklinde oluyor. Ben iğne oldum. Tek bir iğneden sonra tamamen iyileştim. 18 yaşında gibi hissediyordum. Bir buçuk ay sonra alerjim yeniden başladı, yine bir iğne yaptırdım ve o zamandan beri neredeyse bir yıldır hiçbir rahatsızlığım yok. 22 yıldır bu hastalığı çektiğim için çok üzülüyorum.

Gücünü kolerayla ispatladı

1831 yılında orta Avrupa’da bir kolera salgını başladı. Hahnemann’ın bu hastalığa karşı önerdiği Champhora (kafur) büyük bir başarı kazandı. 1832’de Londra’daki ilk homeopatik hastane kuruldu. 1854 yılındaki ikinci kolera salgınında, Homeopati hastanesindeki ölüm oranı, Londra’daki öteki hastanelerdekinin yüzde 30 altındaydı. ABD’de ise 1835’de ilk homeopatik tıp okulu Allentown, Pennsylvania’da kuruldu. ABD’de homeopati öylesine kabul görmüştü ki sigorta şirketleri homeopati ile tedavi olanlara yüzde 10 indirim yapıyorlardı.


Homeopati eğitiminin verildiği bazı okullar şunlar; Kanada’da Laval Üniversitesi, Fransa’da Frenche-Comte, Limoges, Bordeaux ve Lyon Üniversiteleri, İspanya’da Valladolid ve Sevilla Üniversiteleri, ABD’de ise California Los Angeles (UCLA), Arizona, Harvard ve Maryland Üniversitelerinin tıp fakültelerinde sertifika programı olarak, ders olarak veya master programı olarak okutuluyor. Avustralya, Belçika, Hindistan, Kanada, Almanya, İtalya, Yunanistan, İsviçre, İngiltere ve ABD başta olmak dünyanın pek çok ülkesinde de bizdeki yüksek okul seviyesinde ve enstitü bünyesinde yüzlerce homeopati okulu bulunuyor. Bristol Homeopathic Hospital ve Royal London Homeopathic Hospital gibi yalnızca homeopatik tedavilerin sunulduğu hastaneler de bulunuyor.

BAL ARILARININ DAVRANIŞ MODELİ ARTIK ASKERLİKTEN TIBBA PEKÇOK ALANDA KULLANILABİLECEK

BAL ARILARININ ‘KEŞFET-DANS ET-EN İYİYE HÜCUM ET’ MODELİ ARTIK ASKERLİKTEN TIBBA, HER ALANDA KULLANILABİLİYOR

Arım, balım, modelim…

Doğada bilinen en seçici türlerden biri olan bal arılarının en iyiyi bulmak üzere yaptıkları araştırma, en iyi ve en uygun kaynak bulunduğu zaman tüm arıların aynı bölgeye hücum etmesi gibi genetik çalışma prensipleri, Kayseri Erciyes Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği Bölüm Başkanı Prof. Derviş Karaboğa’ya ilham kaynağı oldu. Prof. Karaboğa, arıların nektar arama davranışını model alarak Yapay Arı Kolonisi (Artificial Bee Colony- ABC) adında bir algoritma geliştirdi. Amaç en iyiyi en az enerjiyle en kısa zamanda bulmak!

ÜRÜN DİRİER, urun.dirier@aktuel.com.tr


Kahvaltı soframızdaki bir kâse balı üretebilmek için arıların kusursuz bir çalışma planı yaptıklarını biliyoruz. Bir kolonideki binlerce arı birbirleriyle uyum içerisinde çalışarak 100 kilometrekarelik arazideki en zengin nektar kaynaklarını bulup çiçek özlerini kovana taşıyor. Ancak arılar buldukları “her çiçekten bal almıyor”. Doğada bilinen en seçici türlerden biri olan bal arıları, en iyiyi bulmak için profesyonel bir araştırma-geliştirme departmanı gibi çalışıyor. En zengin ve kaliteli nektar içeriğine sahip olan çiçek bölgelerini araştırırken, bölgenin kovana uzaklığı, hava koşulları ve günün hangi vaktinde olunduğu gibi parametreleri de göz önünde bulunduruyor. Grup zekâsının en olağanüstü örneklerinden birini sergileyen bal arıları için hedef en iyiye, en az enerjiyi sarf ederek yani en kısa yoldan ulaşmak. Bu hedefe ulaşmak için ortak hareket ediyorlar. Ortak karar verme sürecindeki en önemli arı hareketi ise arı dansı. Arılar zengin nektar bölgesi ararlarken mesafe, nektarın kalitesi gibi bilgileri devamlı olarak kaydediyorlar. Ancak bir öncekinden daha iyi ve uygun bir kaynak bulduklarında geçmiş bilgileri siliyorlar. Bu, mükemmeli arayan bal arılarının en önemli özelliklerinden biri. Yeni bir besin kaynağı bulan arı, koloninin diğer üyelerine haber vermek üzere hemen kovanına geri dönüyor. Kaynağın kovana uzaklığı, doğrultusu, zenginliği gibi gerekli her türlü bilgi ise arı dansında gizli. Bu dans bilginin niteliğine göre değişiyor. Örneğin “daire dansı” kaynağın kovana 15 metreden daha yakın mesafede olduğunu gösteriyor. Arılar 25-100 metre arasındaki besin kaynakları için de “sallanma dansı”nı kullanıyor. Kovana 100 metreden daha uzak kaynaklar içinse kaynağın uzaklığını, koordinatlarını ve niteliğini bildiren “kuyruk dansı” ile iletişim kuruyor. Ancak tek bir arının dansı ile tüm kovan harekete geçmiyor. Öncelikle koloniden bir grup arı öncü olarak işaret edilen bölgeye gidiyor. Bu öncü grup uçuştan döndüğünde onlar da dans ediyorsa o zaman diğer arılar da hedefe doğru uygun adım marş. Bulunan besin kaynağının verimsiz olması durumunda da arılar dans ediyor. Yalnız bu dans isteksizce yapılıyor ve kısa sürüyor. Bu durumda kolonideki sayıları yüzde 5-10 civarında olan kâşif arılar yeni bal kaynakları aramak için yola çıkıyor. Rasgele araştırma yapan bu kâşif arılar, yeni bir kaynak keşfettikleri zaman dans etmek üzere derhal kovanın yolunu tutuyor. Ve bu böyle sürüp gidiyor.

Yüzlerce “en iyi çözüm”

İşte arıların en iyiyi bulmak üzere yaptıkları araştırma, en iyi ve en uygun kaynak bulunduğu zaman diğer arıların da derhal o bölgeye yönelmesi, Kayseri Erciyes Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği Bölüm Başkanı Prof. Derviş Karaboğa’ya ilham vermiş. Prof. Karaboğa, arıların bal yapmak üzere nektar arama davranışını model alarak Yapay Arı Kolonisi (Artificial Bee Colony- ABC) adında bir algoritma geliştirmiş. Bu algoritma askeri alandan uçuş sistemlerinin kontrolüne, inşaat sektöründen tıp alanına, elektronik devrelerden yapay sinir ağı tasarımlarına, mühendislik sorunlarının çözümünden veri madenciliğine ve fabrikaları tam kapasite çalıştırma programlarına kadar hemen her alanda kullanılabiliyor. Prof. Karaboğa, algoritmanın insan gruplarının doğru ve işlevsel çalıştırılması için de kullanılabileceğini belirtiyor. Amaç tabii ki bir işi en kısa zamanda en verimli şekilde yapıp bitirmek. Türkiye ve dünyadan pek çok üniversitenin de araştırmalarında kullandığı ABC algoritması, en iyiye ulaşmak için milyonlarca olasılığı gözden geçirerek inceliyor. “İnsan zekâsı en çok birkaç tane en iyi çözüm yöntemi bulurken, bu algoritma yüzlerce en iyi çözümü bulabiliyor” diyen Prof. Karaboğa, algoritmayı özetle şöyle anlatıyor:

Kâşif arılar milyonlarca olasılık deniyor

“ABC algoritmasının temel aldığı minimal modelde üç çeşit yapay arımız bulunuyor. Bunlar işçi arılar, gözcü arılar ve kâşif arılar. Öncelikle kâşif arılar probleme yönelik olarak rasgele belirlenen çözüm noktalarına yerleştiriliyor ve artık birer kaynakları olduğundan işçi arı durumuna geçiyorlar. Her bir işçi arı elindeki çözümden, diğer arılardan aldığı bilgiler ışığında alternatif çözümler üretiyor. Elindeki çözümden (nektar kaynağı) daha iyi bir çözüm bulduğunda ise diğerini terk edip bu kaynağa yöneliyor. Daha sonra devreye gözcü arılar giriyor ve işçi arıların kaynak hakkında verdikleri bilgileri kullanarak bu arıların gittikleri kaynakların etrafındaki kaynaklara (çözümlere) yöneliyorlar. Eğer kaynak (çözüm) işe yaramaz ise yapay kâşif arılar başka kaynaklar (çözümler) bulmak üzere yeniden işbaşı yapıyor. Bu aşamalar algoritmik formda,
• İşçi arıları kaynaklara gönder ve nektar miktarlarını hesapla
• Gözcü arıları kaynaklara gönder ve nektar miktarlarını hesapla
• Rasgele yeni kaynaklar bulmaları için kâşif arıları gönder
• O ana kadarki en iyi kaynağı hafızada tut, şeklinde ifade ediliyor.

ABC algoritmasıyla ilgili makaleleri Journal of Global Optimization, Neural Network World, Journal of the Franklin Institute ve International Journal of Electrical Power and Energy Systems Engineering gibi uluslararası, saygın bilimsel dergilerde yayımlanan Prof. Karaboğa, algoritmanın 5 bin parametreli karmaşık problemlerde bile çözüm üretebildiğini söylüyor. Özetlemek gerekirse, gerçek hayattaki her bir çiçek, algoritmada bir çözüme denk geliyor. Yapay arılar bu çözüme ulaşabilmek için mevcut parametrelerle milyonlarca olasılık deniyor. İstenen standartlara en uygun çözüme ulaşıldığında ise kâşif arı diğer arılara haber veriyor ve sistemdeki tüm arılar aynı çözüm üzerinde çalışmaya ve çözümü mükemmelleştirmeye çalışıyor. Ümit vaat etmeyen çözüm olasılıkları üzerindeyse durulmuyor. Daha iyi çözüm bulunduğu an diğerleri derhâl elimine ediliyor.
ABC ile ilgili ilk makalesini 2005 yılında yayımlayan Prof. Karaboğa’nın geliştirdiği bu algoritma artık pek çok üniversite çalışmalarında ve araştırmalarında kullanılıyor. Algoritmanın şimdiye kadar uygulandığı çalışmalardan bazı örnekler:

Savunmada arı modeli

Kablosuz sensörler: Prof. Karaboğa ve ekibinden Bahriye Baştürk Akay ile Celal Öztürk, özellikle askeri alanda sınır güvenliği sağlamak amacıyla geliştirilen kablosuz sensörlerin enerji problemini çözmek için arı algoritmasını kullanıyor. Kablosuz sensör, bir bölgedeki sıcaklık, nem, ışık, ses, basınç, kirlilik, toprak bileşimi, gürültü seviyesi, titreşim, nesne hareketleri ve fiziksel durum gibi bilgileri ileten bir tür minyatür algılayıcı. Bunlardan milyonlarcası bir bölgeye atıldığında, o bölge hakkında devamlı surette istihbarat sağlanabiliyor. Bu yüzden bu sensörler askeri alanda büyük önem taşıyor. Bu minik aygıtlar kendi aralarında birbirlerine sinyal yollayarak tüm bölge hakkında ana merkeze bilgi aktarımı yapıyor. Askeri alan dışında, nesli tükenmekte olan hayvanların gözlenmesi, hasta takibi, trafik akışının takip edilmesi ve orman yangınlarının tespiti gibi amaçlarla da kullanılabiliyor. Ancak bu sensörlerin en büyük problemi enerji takviyesi yapılamıyor oluşu. Prof. Karaboğa ve ekibi, bu sorunu aşmak için arı algoritmasını kullanıyor. Sensörlerin uygun şekilde yerleştirilmesi ömürlerini uzatıyor. Sensörlerin muhtemel yerleşim durumları gerçek arı dünyasındaki çiçeklerin pozisyonlarına, sensörlerin etki alanlarının toplamı ve sensör sayısının azlığı ise çiçeklerin nektar miktarlarına karşılık geliyor. Nasıl ki arılar fazla enerji sarf etmemek için belli bir güzergâh izleyerek çiçekleri geziyorsa, yapay arılar da sensörler için daha iyi yerleşim alternatifleri arıyor. Sensörler birbirinden uzaklaştıkça daha çok enerji harcamak zorunda kaldıklarından, iyi bir yerleşim planı enerji sarfiyatını minimuma indiriyor. Çalışma halen devam ediyor. Karaboğa algoritmanın çok yüksek hızda seyreden askeri füzelerde de kullanılabileceğini belirterek, “Bu füzelerin navigasyonla ilgili problemlerini anlık çözmesi gerekiyor. Yönlendirilen yere ulaşması için mevcut uçuş parametresini koruması ve çok sayıda parametrenin aynı anda çözülmesi gerekiyor. Uçak sistemleri, dengesiz sistemlerdir. Bilgisayar sistemi olmadan bunlar havada kalamaz. Bunun için sensörlerden gelen parametreler eş zamanlı çözülmeli ve platformun neresine, ne tarz bir tepki uygulanması gerektiği belirlenip, tepki üretilmelidir” diyor.

Yapay doktorlar yolda

Veri madenciliği: Günümüzde bilgi teknolojilerinin kullanımının artmasıyla verilerin bilgiye dönüşümü iyice önem kazandı. Özellikle tıbbi alanda bu daha da önemli. Bu amaçla ABC, medikal verilerin hastalık teşhisi ve tahmininde hekime yardımcı olacak karar destek sistemlerinin tasarımına yönelik bir programda kullanılmış. Prof. Karaboğa ve ekibinin gerçekleştirdiği bu uygulamalarda, hastalardan alınan verilerden hastalık çeşitlerinin en doğru şekilde belirlenmesi hedefleniyor. Hastalık çeşitleri çiçeklerin pozisyonlarına karşılık gelirken hastalığın doğru belirlenme oranı da çiçeklerin nektar seviyelerini sembolize ediyor. Bir kişinin ateş, ishal, tansiyon gibi tüm sağlık bilgileri düzenli olarak sisteme girildiğinde, sistem tüm alanlarda uzmanlaşmış bir doktor gibi çalışarak, olasılıklar havuzundan örneğin hastanın kanser olma ihtimalini görerek alarm veriyor.

En iyi çimentoyu arılar buluyor

Beton karışımı: Erciyes Üniversitesi İnşaat Mühendisliği bölümünde gerçekleştirilen bu çalışmada ise ABC, mükemmel çimentonun formülünü bulmak için kullanılmış. Mukavemeti yüksek ve ekonomik olan çimentonun üretilebilmesi için yapay arılar çimentonun içinde kullanılacak tüm malzemeleri değişik oranlarda karıştırarak milyonlarca olasılık deniyor. Sistem zemin ve katlar için ayrı ayrı çimento formülasyonları üretiyor. Malzemelerin her bir karışım kombinasyonu yapay arılar için alternatif bir çiçeğe karşılık geliyor ve bu kombinasyonun ürettiği beton maliyeti ile kalitesi de nektar miktarıyla ilişkilendiriliyor. İşçi ve gözcü arılar bilinen karışım bilgilerini kullanarak daha iyi karışımları bulmaya çalışırken, kâşif arılar yepyeni karışımları keşfetmeye çalışıyor. Bu çalışma ticari alanda kullanılmak üzere bir paket program haline getirilmiş bile.

Taşıyıcı çatı sistemleri: ABC algoritması kullanılarak Aksaray Üniversitesi İnşaat Mühendisliği bölümünde yapılan bir çalışmada ise, çelik kafes sistemlerinin taşıyıcılığının mükemmelleştirilmesi sağlanmış. Bu uygulamalarda malzemelerin olası değerleri muhtemel bir çözüme ve dolayısıyla yapay bir çiçeğin pozisyonuna karşılık geliyor.

Sayısal süzgeç tasarımı: Erciyes Üniversitesi Elektrik Elektronik Bölümü’nde Prof. Karaboğa’nın eşi Nurhan Karaboğa tarafından yapılan bu çalışmada ise ABC, haberleşme sistemlerinde istenmeyen frekansların bastırılması amacıyla kullanılmış. Sayısal süzgeci tanımlayan bir katsayılar dizisi bir yapay çiçeği temsil ediyor, bu süzgecin başarısı ise çiçeğin nektar zenginliği ile orantılı. Gözcü, işçi ve kâşif arılar birlikte çalışarak istenen özellikleri sağlayan en ekonomik süzgeci tasarlamayı başarmış.

Basınç tankı tasarımı: Bu çalışmada da ABC, kullanılan malzemenin kalınlığı, tank uzunluğu, başlık çapı gibi parametrelerin tayininde kullanılmış. Olası farklı tank tasarımları farklı çiçek pozisyonlarına karşılık geliyor. Kâşif arılar farklı yeni tasarımlar bulabilmek için rasgele yeni çiçek arayışındayken, işçi ve gözcü arılar da eldeki çözümlerden faydalanarak daha iyi bir basınç tankı tasarımı arayışına giriyor.


ABC algoritması, Hindistan Hyderabad Üniversitesi, Çin Hohai Üniversitesi, Hindistan Jawaharlal Nehru Teknik Üniversitesi, Çin Dalian Teknoloji Üniversitesi, Tayland Asya Teknoloji Enstitüsü, Hindistan Ulusal Teknoloji Enstitüsü ve Meksika Avanzada Ulusal Enformatik Laboratuarı’nda da çeşitli araştırmalarda başarıyla kullanılmış.

Not: Prof. Derviş Karaboğa’nın ABC algoritması, hakemli bir bilimsel makale sitesi olan ve ancak birkaç bilim insanının referans olmasıyla girilebilen www.scholarpedia.org’da da yayınlanıyor. Prof. Karaboğa bu siteye giren ilk Türk bilim insanı. Arı algoritmasını kullanmak isteyenler http://mf.erciyes.edu.tr/abc adresine tıklayarak programı ücretsiz olarak indirebilirler.

22 Haziran 2009 Pazartesi

'akıllı' teknolojiler Nasreddin Hoca'nın eseri (bulanık mantık)

KAFANIZ MI KARIŞIK? BİR ŞEYE HEM ‘EVET’ HEM ‘HAYIR’ MI DİYESİNİZ GELİYOR? HEM KEMALİST HEM İSLAMCI HEM DE FAŞİST Mİ HİSSEDİYORSUNUZ? SORUN DEĞİL, DOĞRU YOLDASINIZ!


Bence sen de haklısın!

Her yanımızı saran ‘akıllı’ teknolojilerin aslında Nasreddin Hoca’nın ‘sen de haklısın’ felsefesiyle temellendirildiğini biliyor muydunuz? Yani “Bulanık Mantık” düşünme sistemiyle…

ÜRÜN DİRİER, urun.dirier@aktuel.com.tr


Çamaşırın kirlilik derecesini algılayıp ona göre su ve deterjan kullanan çamaşır makineleri, otomatik vitesli, sıcaklık, basınç ve hıza göre yakıt harcayan araçlar, uçaklardaki otomatik pilot sistemi, ortamda birinin olduğunu hisseden alarm sistemleri, internette yazdığınız kelimeye göre neyi aramış olabileceğinizi tahmin eden arama motorları, el yazısı, parmak izi, görüntü ve ses tanıma sistemleri, “Yüzüklerin Efendisi” filmindeki askerleri gerçekçi gösterebilmek için kullanılan bilgisayar efektleri, kullanıcısının hava sıcaklığı 30-32 dereceyken kendisini 22 dereceye ayarladığını öğrenen klimalar, gidilecek katların sırasını en az enerji ve zamanı harcayacak şekilde belirleyen asansör sistemleri, chat odalarındaki küfür içeriğinin tespitinin sağlanması, nesnenin uzaklığına göre netleme yapabilen fotoğraf makineleri, facebook’ta size benzeyen kişileri bulmanıza yardımcı olan ‘ikiz yüz’ programı ve daha saymakla bitmeyecek birçok ‘akıllı’ teknoloji… Hepsinin yetenekleri birbirinden farklı ama bir ortak noktaları var; Nasreddin Hoca! İnsan sağduyusu, mantığı ve sezgileriyle davranan bu teknolojilerin temelinde Nasreddin Hoca’nın “Sen de haklısın” felsefesi yatıyor.

Davalıya döner Nasreddin Hoca “Haklısın” der; davacıya döner “Sen de haklısın” der; katip “Hocam hem davalı hem de davacı nasıl haklı olur?” dediğinde katibe döner ve “Sen de haklısın” der. Nasreddin Hoca’nın yüzlerce yıl önce keşfettiği “Bulanık Mantık” ile düşünme sistemi, günümüzün teknoloji, siyaset ve felsefe dünyasının harcını oluşturuyor. Kürt, Ermeni, türban, laiklik, şeriat, parti kapama, doğu-batı çelişkisi gibi sorunlarla kafası allak bullak olmuş ülkemizde “Bulanık Mantık”tan söz etmenin ‘mantıklı’ olacağını düşündük. Peki nedir Bulanık Mantık? Klasik Aristo mantığının ‘bir şey ya kırmızıdır ya kırmızı değildir’ önermesine karşın ‘bir şey hem kırmızıdır hem de kırmızı değildir’ diyerek kafa tutan bir
düşünce sistemidir. Örneğin ‘akıllı’ klimamız havayı sıcak veya soğuk diye ikiye ayırmıyor. Havanın hem sıcak hem de soğuk (yani ılık) olabilme ihtimalini de göz önünde bulundurarak havanın sıcaklık ‘derece’sine göre bir ayarlama yapıyor. Çamaşırın kirlilik ‘derece’sini algılayarak ona göre az, biraz, oldukça, çok veya çok fazla deterjan ile su kullanan çamaşır makineleri de böyle. Kirli veya kirli değil demiyor; kirli ile temiz arasındaki çizelgede ‘kirlilik-temizlik’ derecesi saptaması yapıyor. Yani Bulanık Mantık’ta her şey bir derece meselesi. Nasreddin Hoca ‘sen de haklısın’ derken, herkesin haklı ile haksız arasındaki çizelgede iki kutba da bir derece yakın olabileceğini anlatmak istemiştir. Yani kimsenin yüzde 100 haksız olamayacağı gerçeğini!

1965 yılında Kaliforniya Berkeley Üniversitesi Elektrik Mühendisliği Fakültesi’nde dekan olan, Azeri Türklerden Prof. Lütfi Askerzade tarafından “Bulanık Kümeler” başlıklı bir makale ile bilim dünyasına tanıtılan bu mantık sistemi, bugün başta Japonya olmak üzere teknoloji üreten dev şirketler tarafından kullanılıyor. Bundan etkilenen siyasiler tek bir ideolojiyi değil çok sayıda ideolojiyi birleştirerek kitlelere hitap ediyor. Batı düşünce sistemine ait olan Aristo mantığındaki ‘bir şey ya öyledir ya öyle değildir’ iddiasına karşın, Doğulu kabul edilen Bulanık Mantık ‘bir şey hem öyledir hem de böyledir’ diyor.

Peki bu düşüncenin temeli neye dayanıyor? 1900’lerin başında bilim dünyasını birbirine katan Kuantum Fiziği’ne. Meşhur çift yarık deneyi ile tek bir elektronun aynı anda iki yerde birden olabildiği ispatlanınca tüm kafalar karışmıştı. Dünya baştan sorgulanmalıydı. Sorgulandı da! Hem de her şey, matematik bile. Einstein’in ünlü “Matematik kanunları gerçeği yansıttıkları sürece kesin değildirler. Kesin olduklarında gerçeği yansıtmazlar” sözü Kuantum Devrimi’nin bir sonucuydu.

Öyleyse artık “çamaşır makineleri çamaşırın az kirli olduğunu algılayıp biraz deterjan ve su kullanıyorsa, ben neden A partisine oyumun birazını veremiyorum? Artık matematikçiler biraz 2 ile az çok 3’ü toplamaya başladıysa, ben neden biraz Kemalist, az çok İslamcı, oldukça liberal ve azıcık da faşist olmayayım?” deme zamanı geldi!


İTÜ İnşaat Mühendisliği Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Zekai Şen

İstanbul Teknik Üniversitesi’nde BUMAT’ı (Bulanık Mantık ve Teknolojisi Kulübü) kurdu. Okulda Bulanık Mantık dersleri veriyor ve sınavlarda soruyor. İnternette de konuyu anlattığı videoları bulunuyor.

Nedir Bulanık Mantık?
-Aslında bu doğal bir mantıktır. Ama 2300 sene önce Aristo bu doğal mantığı basitleştirmek için 0-1’li mantık yani ‘evet-hayır’, ‘beyaz-siyah’, ‘artı-eksi’ gibi iki seçeneği olan bir mantık haline getirdi. “Ya benim dediğim doğrudur ya da doğru değildir” cümlesiyle örnekleyebiliriz. Ama bir insan bir olayda biraz haklı biraz haksız olamaz mı? Siyasetçi arkadaşlarıma da Bulanık Mantık öğrenmelerini tavsiye ediyorum.

Bilim bundan nasıl etkilendi?
-Öklid geometrisi yerine kesirli geometri denen Fraktell geometrisi kullanılıyor artık. Matematik bile bulanıklaştı. Matematikçiler biraz 2 ile azçok 3’ü toplama derdinde.

Teknolojiyi nasıl etkiledi?
-Günlük konuşmalarımızda ifadelerimiz hep bulanıktır. Biraz, az çok, belli belirsiz, hafiften gibi kelimeler kullanırız. Artık çamaşır makineleri de böyle çalışıyor. Sensörlerle kirlilik derecesini algılıyor. Makinenin bir ucundan lazer gönderiyor. Karşı tarafa az ışık düşüyorsa belli ki kir fazla ve bu yüzden ışınlar direkt olarak karşıya geçememiş. O zaman ‘çok kirli’ diye algılayıp ona göre deterjan ve su kullanıyor. Tamamen insan özsezisi, sağduyusu.

Bu teknoloji ilk nerede kullanıldı?
-İlk Japonya kullanmaya başladı çünkü Batı kültürüne tersti. Doğulu bir mantıktı. Ama 90’lardan sonra mecburen Amerika da kullanmaya başladı. Bugün reklamlarda bir ürünün başına ‘akıllı’ kelimesi getiriliyorsa hepsi Bulanık Mantık ürünüdür.

Japonya’da en önemli kullanım alanları nelerdir?
-Mesela trafik sinyalizasyonları. Aristo mantığına göre beş araç da olsa 100 araç da olsa ‘trafik var’dır. Ama Bulanık Mantık’ta çok az, biraz, oldukça, bayağı diye tanımlamalar vardır. Böyle trafik lambaları var. Kuyruğun uzunluğuna göre kırmızının ya da yeşilin süresini kendisi belirliyor. En önemli örnek ise insansız çalışan Tokyo metrosu. Hiç sarsılmadan, freni hissetmeden duruyorsun metroda. Volkswagen de artık sıcaklık, basınç ve hıza göre yakıt yakıt harcayan araçlar üretiyor. Yüzde 20 benzin tasarrufu sağlıyor.

BUMAT’ta neler yapıyorsunuz?
-Mesela İSKİ’ye iki tane yazılım yaptık. İstanbul’da hangi semtlerin hangi gün ve saatlerde ne kadar su kullandığını belirleyip su dağıtımını ona göre düzenledik. Yüzde 15 su tasarrufu sağladık. Zeytinburnu Belediyesi için de binaların deprem haritasını çıkardık. Ölçümleri “dayanıklı ya da dayanıksız” diye yapmadık; ne açıdan ne kadar dayanıksız olduklarını tespit ettik.
………………
Mehmet Altan

Aslen bir istatistikçi ve yıllardır Kuantum Fiziği ile ilgileniyor.

Neden fizik verilerini düşünce hayatında kullanıyoruz?
-İnsan evreni, doğayı nasıl tanımlarsa, bütün hayatı da onun üstünden kurgular. Örneğin Newton fiziği evrenin makro düzeyde işleyiş yasalarını çıkarmıştı. Adam Smith de iktisadı Newton fiziğinin bir türevi olarak oluşturdu.

Dünyada siyasiler Bulanık Mantık’ı kullanıyorlar mı?
-Kimse artık dünyada keskin bir taraf olarak çoğunluğu sağlayamıyor. Bu uzun zamandır böyle. Mitterand Fransa’da 1981’de Sosyalist Parti’nin başkanıydı. Bir analiz yaptı ve dedi ki ‘artık işçi sınıfı toplumun egemen unsuru değil, çoğunluğu kapsamıyor, ben bunun yanına ücretlileri de, memurları da koyayım’ dedi. Sonuçta devlet başkanı oldu. Tony Blair de bu mantığın başka bir siyasal uygulamasını yaptı. İşçi Partisi’nin mantığını yumuşattı. Clinton da demokratlarla cumhuriyetçilerin en olumlu yanlarından muazzam bir kitleye gitti. Bush da demokratların olumlu yanlarını benimseyerek yola çıkmıştı.

AKP’nin başarısını bu anlamda nasıl değerlendirebiliriz?
-AKP’nin toplumun çok daha geniş kesimini kapsayabilecek, cumhuriyetçilerle demokratların anlamlı ve yığınlara giden politikalarını bir araya getirmek gibi bir becerisi var. Devrimci, muhafazakar, sosyal demokrat gibi büyük kalabalığın düşünüşünü kendi uygulamasında bir araya getirdi.

CHP bunu yapamadığından mı başarısız?
-CHP toplumun yeni etkileşimlerinden ve değişimlerinden yeni dersler çıkarmıyor. Gittikçe azalan ve daralan bir şekilde aynı üslubu sürdürüyor. 1930’lu yılların devletçi geleneğin mirasçısı olan bir takım kesimin duymak istediği sloganları söylüyor.
………….
Onarımcılar grubu genel koordinatörü Elektrik Elektronik Mühendisi İsmail Yiğit

Değişik meslek gruplarından gençlerin bir araya gelerek konu üzerine yapılan çalışmaları Türkçeye çevirdikleri ve yazılar yazdıkları bir grup (www.onarimcilar.net)

Bulanık Mantığı siyasette kullanırsak nasıl bir rejim yaratırız?
-Hitler, insanları Aryan ırkından olanlar ve olmayanlar diye ayırırken, Stalin Rusyasında insanlar devrimciler ve karşı-devrimciler olarak sınıflandırılırken ve McCarthy Amerikasında insanlar ya komünist ya da anti-komünist diye tanımlanırken kuşkusuz ki ikili mantık kullanılıyordu. Ülkemizdeki laiklik, Kemalizm, Müslümanlık, irtica vb. kavramlara dair tartışmaların da son derece sığ bir şekilde klasik mantıkla yürütüldüğünün de altını çizmek istiyoruz. Dolayısıyla, Bulanık Mantık esaslı siyasi rejimlerin insanları daha huzurlu ve mutlu yapabileceğini öngörebiliriz.

Bulanık Mantık seçimlerde kullanırsa nasıl bir tablo çıkar ortaya?
- Bulanık Mantık esaslı bir seçim sisteminde ise oyunuzu örneğin üç parti arasında belli yüzdelerde dağıtma imkanınız olacaktır. Bu da daha doğru bir sonuç verecektir.

Bulanık Mantık ile tasavvuf benzer özellikler gösteriyor değil mi?
-Kuantum Fiziği ‘çift yarık deneyi’nde bir elektron iki delikten aynı anda geçebiliyor. Bize anlatılan eski hikayelerde de mesela bir insan aynı anda hem İstanbul’da hem de Mekke’de Hac’da olabiliyordu. Kuantum kuramının neresi garip? Bu hikayeleri bilmeyenler için gariptir ama bir Türk için o kadar da şaşılacak bir durum değil.
…………………….
Boğaziçi Üniversitesi Mühendislik Fakültesi Elektrik-Elektronik Mühendisliği Bölümü’nden Prof. Dr. Okyay Kaynak

Bulanık Mantık temelli sistemler geliştirmek üzerine çalışmalar yapıyor.

Bulanık Mantık’ı örnekleyebilir misiniz?
-Pazar günü Aristo’nun ikili mantığına göre haftasonu kümesine aittir. Cuma da haftaiçine. Ama gerçek yaşama bakarsak Cuma günü öğlen sonrası itibariyle tatil havasına gireriz aslında, Pazar öğleden sonra da pazartesini düşünmeye başlarız. Pazarın haftaiçi, Cuma’nın da haftasonu kümesine bir aidiyet derecesi vardır yani.

Teknolojide ilk nerede kullanıldı?
-Mamdani bu mantıkla çalışan ilk makineyi yaptı, çimento fabrikalarındaki buhar tribünlerinde kullandı. Basınç düşükse biraz aç, az kapa gibi dilsel tanımlayıcılar kullandı. Artık sistemler çok komplike, her biri için matematiksel sistemler üretmek çok zor. Dolayısıyla modele gereksinim duymayan bir denetim yaklaşımı çok daha kolay geliyor insana. Bulanık Mantık temelli denetleyiciler de bunu yapıyor. Uzman bir kişinin size söylediği kurallardan ve insan sezgisinden kaynak alıyor. Yani sözel sembollerden faydalanıyor. İnsansız hava araçlarında da, Google’da da Bulanık Mantık kullanılıyor.

Bu alanda çalışmalarınız var mı?
-Çok uzun yıllardır çalışıyoruz bu konu üzerine. Abs fren sistemlerine bir uygulamamız var mesela ve bu yıl sunacağız. Tekerlekle yol arasındaki tutunmayı maksimuma çıkardık. Yani lastik yolun durumunu kavrayıp ona göre davranıyor, kayganlık azaltılıyor. Amaç en güvenli bir şekilde arabayı durdurmak. İnsansız hava araçlarının otonom uçması konusunda da Hava Harp Okulu’ndaki bazı subaylarla yaptığımız çalışmaları yayınladık.


Lütfi Askerzade’nin makalesi, 1960’ların sonlarına kadar bilim çevreleri tarafından kabul görmemiş ve hatta ABD Kongresi’nde ABD Ulusal Bilim Vakfı kaynaklarının boşa harcanmasına örnek olarak anılmıştı! 70’lerde ise Japon ve Avrupalı bilim adamları tarafından mühendislik uygulamalarında kullanılan kuram hızla gelişti.


Çift yarık deneyi

1927’de de Clinton Davisson ve Lester Germer tarafından elektronlar üzerinde yapılır. Deneyde tek bir elektron iki dikdörtgen yarıktan geçirilerek, yarıkların arkasındaki ekrana yansıtılır. Elektronun yarıklardan birinden geçmesi beklenirken o her iki yarıktan da aynı anda geçer ve ekranda sıralı aydınlık ve karanlık şeritlerden oluşan bir girişim yani dalga deseni ortaya çıkarır. Bilim adamları böyle mucizevi bir şeyin nasıl olabileceğini anlamak için bir sonraki deneyde yarıklara gözlem aleti yerleştirir. Gözlem aletinden evvel ekranda dalga deseni oluşturan elektron bu kez normal bir madde gibi (parçacık) davranır. Yani tek bir yarıktan geçer. Yani madde biz ona baktığımızda sanki bunu anlıyor ve ‘bir yerde, bir şekilde’ görünmek üzere kılık değiştiriyor. Washington Üniversitesi’nden matematikçi Thomas McFarlane’e göre dünyanın görüntüsü sadece bir illüzyon.

Kuantum bilgisayarlar yolda

0 ve 1 yani var ya da yok mantığına göre çalışan günümüz bilgisayarlarının yerine yakında kuantum bilgisayarları geliyor. Bit yerine ‘Kübit’lerle çalışacak kuantum bilgisayarları üzerine çalışmalar sürüyor. Bu bilgisayarlarda çok daha fazla bilgiyi işlemek mümkün olacak.

10 Haziran 2009 Çarşamba

HİTLER'İN SUYU GENÇLİK İKSİRİ

RUS BİYOKİMYACI, NÜKLEER REAKTÖRLERDE KULLANILAN ‘AĞIR SU’YUN GENÇLİK İKSİRİ OLDUĞUNU İDDİA EDİYOR.

Hitler’in suyu gençlik iksiri!

Hitler’in atom bombası yapımında kullanmak için peşine düştüğü ve uğruna Norveç’i işgal ettiği ‘ağır su’, Rus biyokimyacı Dr. Mikhail Shchepinov’a göre efsanelere konu olan gençlik iksiri! Kimyasal adı döteryum olan bu gençlik suyu, Dr. Shchepinov’un yaptığı deneylerde meyve sineklerinin ve iplik kurtlarının ömrünü yüzde 30 oranında arttırdı. Dünyadaki suların 6666’da 1’ini oluşturan ‘ağır su’ yaşlanmaya ve yaşlılık hastalıklarına sebep olan serbest radikallerin hücreleri tahrip etmesini engelliyor.

ÜRÜN DİRİER, urun.dirier@aktuel.com.tr

Nazi orduları 9 Nisan 1940 tarihinde Norveç’i işgal etti. 2. Dünya Savaşı yıllarındaki bu işgalin en önemli sebeplerinden biri, ülkenin güney dağları arasındaki Rjukan’da bulunan Vemork Hidroelektrik Santrali’ni ele geçirmekti. Santralde üretilen ‘ağır su’, atom bombası çalışmaları yapan Naziler için çok önemliydi. Kimyasal adı döteryum (Deuterium Oxide) olan bu su, Hitler’in iştahını kabartıyordu. Günümüzde de doğal uranyum kullanılan nükleer reaktörlerin çalıştırılabilmesi için başrol oynayan ‘ağır su’, müttefik devletlerini de harekete geçirmişti. ABD ve İngiltere Almanya’nın atom bombası çalışmalarını sabote etmek için santrale defalarca saldırılar düzenledi. İngiliz Kraliyet Hava Kuvvetleri’ne (RAF) bağlı uçaklar, 18 Ekim 1942 günü, Norveç’in SOE (Special Operations Executive/Özel Operasyonlar Birimi) komandolarını, söz konusu tesisi sabote etmek amacıyla görevlendirdi. İlk deneme başarılı olamadıysa da 28 Şubat 1943 günü Norveç komando birimlerinin ortak “Gunnerside Operasyonu” ile ‘ağır su’ üretimi yapan Rjukan’daki elektroliz birimi tahrip edildi. Naziler bu saldırılarda 500 kilo ağır su yitirdi. Ardından, ABD Sekizinci Hava Kuvvetleri’ne bağlı 388 adet B-17 ve B-24 bombardıman uçağı 16 Kasım 1943 günü aynı tesise başka bir saldırı düzenledi. Hava saldırısı elektroliz yapısına çok az zarar verebildi ancak çok sayıda sivil hayatını kaybetti. Bu olayın ardından Naziler, kalan stokları 1944 yılında Almanya’ya naklettiler. Son olarak, 20 Şubat 1944’de Norveç direnişinin başarılı bir saldırısıyla, kalan ‘ağır su’ stoğunu Almanya’ya nakleden gemi tahrip edildi. Tüm bunlar da Nazilere nefes kesici atom bombası üretimi yarışında zaman kaybettirdi. Onların yitirdikleri bu zaman, ABD’nin Manhattan Projesi çerçevesinde Los Alamos Bilimsel Laboratuarı’nda yürütmekte olduğu atom bombası üretme çalışmalarına yaradı. Bilimkurgu filmlerini aratmayan bu olaylar, 2003 Fransız yapımı “Bon Voyage” ve 1965 Hollywood yapımı “The Heroes of Telemark” adlı filmlere de konu olmuştu.

Sineklerin ömrü yüzde 30 arttı!

İşte Hitler’in Norveç’i işgal etmesinin ardındaki en büyük sebeplerden biri olan ‘ağır su’ yani döteryum, günümüzde bilimin dikkatini çok başka bir sebeple üzerine çekmiş durumda. Rus biyokimyacı Dr. Mikhail Shchepinov, ‘ağır su’yun efsanelerde geçen ‘gençlik iksiri’ olduğunu iddia ediyor. Oxford Üniversitesi’nin eski bilimadamlarından Mikhail Shchepinov, çeşitli üniversitelerden bilim insanlarını bir araya getirdiği Retrotope adlı laboratuarında bu gençlik suyu üzerine araştırmalar yapıyor. Biz de bu modern zaman Lokman Hekim’ine ulaştık ve çalışmaları hakkında kendisinden bilgi aldık. Ağır su üzerine çalışmaya 2 yıl önce başladığını söyleyen Shchepinov, “Şimdiye kadar iplik kurtları ve meyve sineklerini az miktarda döteryum ile besleyerek ömürlerini yüzde 30 oranında arttırmayı başardık” diyor. ABD Los Altos Hills’de ve İngiltere’de Oxford’da bulunan Retrotope laboratuarları, insan üzerine de çalışmalar yapmayı sürdürüyor. Moskova’daki Biyoorganik Kimya Enstitüsü ve Belarus Minsk State Üniversitesi ile ortak çalışma anlaşması imzalayan Retrotope’un bünyesinde, Newyork Albert Einstein Tıp Okulu’ndan Jan Vijg ile Kaliforniya Üniversitesi’nden Cynthia Kenyon da bulunuyor.

Nötronun mucizevi ağırlığı

Peki ‘ağır su’ nam-ı diğer döteryum nedir? Suyun kimyasal açılımının H2O olduğunu yani iki hidrojen ve bir oksijen atomundan oluştuğunu herkes bilir. ‘Ağır su’ ise hidrojen atomunun bir izotopu yani başka bir versiyonu olan ‘döteryum’dan oluşuyor. Kimyasal açılımı da D2O. Bildiğimiz hidrojen atomu bir proton ve bir elektrondan oluşuyor. ‘Döteryum’ ise bir proton ve bir elektronun yanı sıra çekirdeğinde bir de nötron taşıyor. İşte suyu ‘ağır’ ve mucizevi hale getiren bu bir tanecik nötron. Görünümü suya benzeyen ‘döteryum’ normal sudan farklı olarak birazcık tatlı. Ayrıca ‘ağır su’dan oluşan buz küpleri normal suda batıyor. Yeryüzünde bulunan hidrojenin yüzde 0.015’i ‘döteryum’dan yani ‘nötronlu hidrojen’den oluşuyor. Başka bir matematikle dünyadaki suların 6666 birimde 1 birimi döteryum içeriyor. Kaynama ve donma noktaları sudan farklı olan ‘döteryum’, çeşitli elektroliz yöntemleriyle normal sudan ayrıştırılabiliyor. En heyecanlı bölüme geliyoruz şimdi. Yani ağır suyu gençlik iksiri yapan şeyin ne olduğuna!

İzotop etkisi!

Bunu anlatmak için söze serbest radikallerden girmek gerekiyor. Yaşlanmayla ilgili kabul gören en yaygın teori ‘serbest radikal’ teorisi. Bilim dünyası serbest radikallerin yaşlanmaya sebebiyet veren en önemli faktör olduğunu kabul etmiş durumda. Serbest radikaller, hücrelerdeki enerji üretimi sırasında ve bağışıklık sisteminin zararlı mikroorganizmalarla mücadele etmesi esnasında ortaya çıkabildiği gibi, çevre kirliliği, sıcaklık, UV ışınları, işlenmiş gıdalar, alkol, stres, sigara ve reçeteli ilaçlar gibi dışarıdan gelen etkilerle de oluşabiliyor. Genellikle oksijen kaynaklı yani oksidadif serbest radikaller yaşlanmanın sebebi olarak görülüyor. Buna bilim dilinde ‘oksijen paradoksu’ deniyor. İnsana hayat veren oksijen aynı zamanda da hayatı geri alıyor. İronik ama, fazla oksijen alımına sebep olan ağır egzersizler bile serbest radikal oluşumunu tetikleyebiliyor. Elbette vücudumuzda molekülleri tahrip eden bu serbest radikalleri alt edecek bir savunma sistemi var. Ancak yaş ilerledikçe ve hücre dejenerasyonu arttıkça bu sistem de çökebiliyor. Sonuç sadece kırışıklıklarla sınırlı değil; Parkinson, Alzheimer, böbrek yetmezliği, kalp rahatsızlıkları gibi pek çok yaşlılık hastalığı ve bağışıklık sistemiyle ilintili rahatsızlıklar da oksijen kaynaklı serbest radikal tahribatının bir sonucu. En tehlikeli radikal saldırıları ise protein içindeki zayıf karbon-hidrojen bağlarına yapılan saldırılar! İşte ‘ağır su’ denen ve hidrojenin bir izotopu (farklı bir versiyonu) olan ‘döteryum’, bu saldırılara karşı güçlü bir bodyguard görevi üstleniyor. Serbest radikaller hidrojen bağlarını kolayca koparabilirken, ‘kovalent bağ’ yapısı hidrojene kıyasla 80 kat daha güçlü olabilen ‘döteryum’ hattını geçmek son derece zor. İşte Dr. Shchepinov buna ‘izotop etkisi’ diyor. Aslında izotop etkisi 1930’larda keşfedilmiş ancak ne var ki, bu etkiyi gençlik iksiri olarak kullanmak ilk olarak Dr. Shchepinov’un aklına gelmiş. Shchepinov, “Eğer yaşlılık ve yaşlanmaya bağlı hastalıklar serbest radikallerin kovalent bağları tahrip etmesinden kaynaklanıyorsa ve aynı bağlar izotop etkisiyle güçlendirilebiliyorsa, neden zayıf biyomolekülleri serbest radikal ataklarına karşı daha dayanıklı hale getirmeyelim ki! Yapılması gereken döteryumu zayıf olan bağ yapılarına yerleştirmek ve gerisini kimyaya bırakmak!” diyor.


Gençlik ve sağlık için ‘IFood’

Dr. Shchepinov 2007 yılında bu çalışmasını Rejuvenation Research Dergisi’ne sunmuş ilk olarak. Böylece bu müthiş fikirden geniş bir kitle haberdar olmuş. Biyoteknoloji girişimcileri Charles Cantor ve Robert Molinari’nin el vermesiyle de Retrotope laboratuarlarını kurmuş. Laboratuarda iplik kurtçukları ve meyve sinekleri üzerine yapılan deneyler ümit vaat ediyor. ‘Ağır su’ ile beslenen bu canlıların ömürleri yüzde 30 oranında uzamış. İnsanlar üzerinde de 10 haftalık bir deney yapılmış. İnsan üzerinde toksik bir etkisi olmadığı bilinen döteryumun insan ömrünü ne kadar uzatabileceği ise uzun yıllar sürecek deneyler sonucunda açıklığa kavuşabilecek. Ancak Dr. Shchepinov, fazla miktarlarda ‘ağır su’yun toksik etkisi olduğunu da belirtiyor. “Memeli hayvanlar üzerinde yaptığımız deneylerin sonuçlarına göre, vücut suyunun yüzde 35’i ‘ağır su’ ile değiştirilirse bu ölümcül oluyor” diyor. Retrotope’da ayrıca ‘ifood’ adlı bir de yiyecek projesi geliştiriliyor. Amaç, yiyecekleri döteryumla zeginleştirerek uzun ömür, gençlik ve sağlık veren gıdalar üretmek!

Ağır bebekler!

Yalnızca döteryum değil, karbon, nitrojen ve oksijen gibi tüm atomların ‘ağır izotop’ları kovalent bağ yapısı açısından çok çok güçlü. Karbon atomunun ağır izotopu Karbon-13 gibi... Yeni doğan bebeklerin Karbon-13 bakımından çok zengin oldukları ve annenin vücudundaki tüm Karbon-13 stoğunu fetusa boşalttığı biliniyor. Bu, dünyaya gözlerini yeni açan, savunmasız bebeğin serbest radikal saldırılarına karşı ‘izotop etkisi’nden daha çok faydalanması için mucizevi bir sistem. Bebek farelerin de vücutlarındaki karbonun yüzde 60’ının Karbon-13’ten oluştuğu biliniyor.


Kovalent bağ nedir?

İki atom arasında bir veya daha fazla elektronun paylaşılması sonucunda, atomların çekirdekleri arasında oluşan bağ.