19 Ekim 2009 Pazartesi

HAP YALAN TEDAVİ GERÇEK!

BEYAZ HAPLAR ÜLSERİ, SARILAR DEPRESYONU, YEŞİL OLANLAR ANKSİYETEYİ TEDAVİ EDİYOR.

Dünyada son 30 yılda ilaç deneylerinde ‘placebo etkisi’ iki kat arttı. İlaç firmalarının baş belası olan bu etkinin artmasının nedeni bilimcilere göre, ilaç reklamlarının daha geniş bir kitleye yayılmaya başlaması. Hastanın bilimsel gelişmelere ve tıbba güvenmesi ile reklamlar, haberler aracılığıyla sağlıklı olma imajinasyonuyla daha sık karşılaşması, iyileşebileceğine olan inancını körüklüyor. İnanç ise içi boş bir hap yutan Parkinson hastasının ellerinin titremesini durdurabiliyor, astım krizini dindirebiliyor ya da kanser hastalarını çok şiddetli ağrılardan kurtarabiliyor.

ÜRÜN DİRİER, urun.dirier@aktuel.com.tr

Dünya ilaç devlerinden biri olan Merck, 2002 yılında büyük bir kriz içindeydi. İlaç satışlarında rakiplerinin gerisinde kalmıştı. Daha da kötüsü sahip olduğu beş büyük ilacın patent süresi dolmak üzereydi ve kısa süre sonra başka firmalar da içerikleri değişik adlar altında piyasaya sürebilecekti. Ayrıca şirket son üç yıldır yeni ilaç da geliştirememişti. Merck’in araştırma direktörü Edward Scolnick, derhal bir acil durum planı oluşturdu. Rakipleri gibi o da antidepresan pazarına girecekti. Scolnick Forbes’a verdiği bir demeçte “Geleceğe hakim olmak için merkezi sinir sistemine hakim olmamız gerekiyor” diyordu. Bu planın başarısı ise kod adı MK-869 olan, deney aşamasındaki antidepresanın başarısına bağlıydı. Bu antidepresan, iyi duyguları harekete geçiren beyin kimyasallarının salgılanmasını sağlıyordu. İlaç üzerine yapılan ilk testler başarılıydı, çok az yan etkisi vardı. Ancak kısa bir süre sonra deneklerde anksiyete ve umutsuzluk hisleri yükselmeye başladı. Bu durum bir yana, aynı yan etkiler, placebo hap verilen kontrol grubunda da görülüyordu.
İlaç şirketleri ürettikleri ilacın etkinliğini görebilmek için bir grup deneğe söz konusu ilacı verirken, kontrol grubu adı verilen bir kısım deneğe de ‘placebo’ denen, içinde hiçbir etkin maddenin bulunmadığı boş haplar verirler. Tabii ki deneklere asla bundan söz edilmez, deneklerin hepsi gerçek ilaç aldıklarını sanırlar. Bunun nedeni, hastayı ilacın mı yoksa ‘ilaç aldım, iyileşeceğim’ düşüncesinin mi iyileştirdiğinin anlaşılmasıdır. Placebo alan denek sanki etken madde içeren esas ilacı almışçasına iyileşebileceği gibi, etken ilacın deneyden önce belirtilen yan etkilerini de gösterebilir. Yani içi boş bir hap aldığı halde, mide bulantısı, baş dönmesi, deri döküntüsü gibi rahatsızlıklar yaşayabilir.

Dünyada Placebo etkisi gitgide artıyor

MK-869’a geri dönecek olursak, ilacın iyileştirdiği denek sayısı placebo alan denek sayısını geçemeyince deneyler durdurulur. MK-869 ‘placebo etkisi’ne karşı mağlup olmuştur. MK-869, ‘placebo etkisi’ yüzünden laboratuarın çöp kutusuna atılan tek ilaç da değildi. 2001 yılından 2006’ya kadar ‘placebo etkisi’ yüzünden Faz2 aşamasında çöpe atılan deneysel ilaç sayısı yüzde 20, Faz3 aşamasında hayal kırıklığı yaratan ilaçların sayısı ise yüzde 11 artmıştı. Birleşik Devletler Gıda ve İlaç Dairesi’nin (FDA) onay verdiği ilaç sayısı da 1980’den bu yana gitgide azalıyor. Örneğin geçen Kasım ayında Michael J. Fox tarafından geliştirilen bir Parkinson ilacı, Osiris Therapeutics tarafından Kron hastalığına karşı geliştirilen bir ilaç ve Eli Lilly firmasının çalıştığı bir şizofreni ilacı, placebo grubunda beklenenin iki katı kadar iyileşme görüldüğü için deney aşamasında çöpü boyladı. Placebo sınırını geçemeyen ilaç firmalarının içine girdiği ekonomik darboğaz da gitgide genişliyor. … Plasebo sınırını geçemeyen yalnızca yeni ilaçlar da değil üstelik. On yıllardır piyasada bulunan Prozac gibi ilaçlar da yeni yapılan deneylerde placebo eşiğinde sendeliyor. Bazı eski ilaçların üzerine yeniden deneyler yapılacak olsa FDA onayından geçemeyeceği söyleniyor. 80’lerden bu yana ‘placebo etkisi’ iki katına çıkmış durumda. Peki bunun nedeni eski ilaçların zayıflamaya başlaması mı? Elbette değil, konuyla ilgili görüş almak üzere ulaştığımız İtalya Torino Üniversitesi’nden Prof. Fabrizio Benedetti’ye ve birçok bilim adamına göre sebep ilaç reklamlarının artışı! Bilimsel araştırmalara ve tıbba olan güven, iyi ve sağlıklı olabilme inancı yaratan reklamlar… Kuantum fiziğinin bilimi içine soktuğu geniş ormanın ardından ‘placebo etkisi’ de varlığından veya yokluğundan asla tam olarak emin olamayacağımız bodrumdaki fil haline gelmiş durumda. İçimizde, sadece inanarak harekete geçebilen ‘kendi kendini iyileştirme’ gücü bulunuyor ama bu gücün her zaman ve herkeste olup olmadığı, hangi mekanizmayla işler hale geldiği net olarak bilinmiyor.

10 antidepresandan 7’si çöpe

‘Placebo’nun tıbba girişinin tarihçesi de oldukça ilginç. 2. Dünya Savaşı’nda, Alman işgaline karşı savaşan müttefik askerlerini tedavi eden Amerikalı anestezi uzmanı Dr. Henry Beecher’ın başı bir gün fena sıkışır. Önünde ciddi bir şekilde yaralanmış bir asker vardır ve morfin stokları tükenmiştir. Hasta uyuşturulmadan ameliyata alınırsa ölümcül bir ağrı şoku yaşayabilir ve hayatını kaybedebilir. O çaresizlik ortamında, bir hemşire hastaya elinde çok güçlü bir ağrı kesici olduğunu söyleyerek bir ampul tuzlu su enjekte eder. Ve hasta en ufak bir ağrı ya da acı yaşamadan ameliyat gerçekleştirilir. Bu olay Beecher’ın tıbba bakış açısını değiştirir. Savaş bitiminde Harvard Üniversitesi’ne döner dönmez bu konu üzerine çalışmaya başlar. Bugün araştırmacılar depresyon, ağrı, ülser ve kalp rahatsızlıkları gibi pek çok durumda ‘placebo’nun yüzde 50-60 oranında işe yaradığını biliyorlar. Dr. Beecher’ın 1955’de Amerikan Tıp Birliği Dergisi’nde konu hakkında yayınlanan makalesinin ardından ilaç deneylerinin niteliği de değişti. Deneylere bir de placebo denek grupları eklendi.
Placebo etkisinin ilaç firmalarının baş belası olduğu bir gerçek, ama özellikle de psikiyatrik ilaç üreticileri için! Her 10 deneysel antidepresandan 7’si placebo etkisi karşısında yenik düşüyor. Üstelik deneyler ülkelere hatta bölgelere ve kültürlere göre de farklılık gösteriyor. Mesela 90’larda klasik anksiyete ilacı diazepam (valium olarak da biliniyor) Fransa ve Belçika’da placeboyu alt ederken, ABD’de yenilmişti. Prozac ise ABD’de iyi performans verirken Batı Avrupa ve güney Afrika’da o kadar da iyi neticeler vermemişti. Antropolojist Daniel Moerman Almanların ülsere yüksek plasebo etki gösterirken hipertansiyona karşı placebo etki göstermediği ortaya çıkardı örneğin. Çünkü Almanya’da tansiyon hastalığı çok sık rastlanan bir hastalıktı ve deneklerde iyileşme umudu yoktu. Bu arada ilaç kapsüllerinin rengi hatta şekli bile placebo etkiyi yönlendirebiliyor. Mesela mavi haplar genel olarak antidepresanlarda rahatlatıcı etkiyi güçlendirirken, İtalyanlarda işe yaramıyor. Çünkü İtalyan ulusal futbol takımının rengi mavi ve mavi onlara daha çok heyecanı hatırlatıyor.
Placebo etkisiyle ilgili verilebilecek yüzlerce örnek var. Birkaç tanesini haberimize sığdırmaya çalışacağız.

Aniden iyileşen umutsuz kanser hastası

-Yıl 1957. Mr. Wright adında, lenf bezi kanseri olan bir hasta vardır ve durumu çok kötüdür. O kadar kötüdür ki radyoterapi veya kemoterapi bile yapılamaz hastaya. Birgün doktoru Mr. Wright’a ‘krebiozen’ adlı yeni ve çok etkin bir kanser ilacının çıktığı söyler. Hastaya bir doz bu ilaçtan yapılır. İki gün sonra Mr. Wright yataktan kalkmıştır ve hemşirelerle neşe içinde sohbet etmektedir. Üstelik tümörler de erimeye başlamıştır. 10 gün sonra hasta taburcu edilir. İki ay sonra bir gazete, krebiozenin hastaların büyük çoğunluğunda etkili olmadığını yazar. Bunu duyan hasta, tümörleri büyümüş ve berbat bir durumda hastaneye geri döner. Doktor yeniden denemeye kararlıdır, yazılanların doğru olmadığını, tekrar hastalanmasının da ilacın tarihinin geçmiş olmasından kaynaklanabileceğini söyler. Yeni ilaçların iki gün sonra gemiyle geleceği bilgisini de ekler. Hasta iki gün boyunca heyecanla bekler ve sonunda bu ikinci doz ilkinden bile daha süratli etki yapar. Üstelik doktor bu kez krebiozen bile değil, saf su enjekte etmiştir. İki ay sonra Amerikan Tıp Birliği krebiozenin tamamen etkisiz bir ilaç olduğunun anlaşıldığını bildirir. Mr. Wright ise bu haberi okuduktan birkaç gün sonra ölür.
-1950 yılında ise yine ABD’de bir doktor angina pektoris hastalarını sadece kesip dikerek tedavi edebiliyordu.
-California Kaiser Hastanesi’nden placebo uzmanı Dr. David Sobel’in anlattığı ilginç bir örnek ise şöyle: Bir astım hastasına doktor, ilaç firmasından gelen güçlü ve yeni bir ilaç örneğini verir ve adam bunun üzerine birkaç dakika içinde rahat nefes almaya başlar. Doktorun sonradan öğrendiği şey ise, firmanın deney amacıyla doktora söylemeden placebo ilaç göndermiş olduğudur.
-19. yüzyılda on binlerce kişinin ölümüne neden olan verem hastalığının bir bakteri tarafından ortaya çıktığı anlaşılınca, hastalıktan kaynaklanan ölümler birdenbire yüzde 600’den yüzde 200’lere düşmüştü. Çünkü artık verem bir sır değildi, ilacı ise 50 yıl sonra çıkacaktı. Yine 19. yüzyılda Avrupalı doktorların domatesin zehirli olduğunu iddia etmesi üzerine yüzlerce kişi zehirlendiklerini iddia ederek hastanelere akın etmişti.

-Michigan Üniversitesi’nden nöroloji doktoru Jon Kar Zubieta da pek çok deneyde ‘çok güçlü bir ağrıkesici’ olduğunu söyleyerek sadece saf su vererek hastaların ağrılarını geçirmeyi başardı. Dr. Zubieta, bir EEG aygıtı yardımıyla deneklere su verdikten hemen sonra vücudun kendi kendine doğal ağrıkesici ve endorfin salgılamaya başladığını da gösterdi.

Tuzlu suyla titremesi kesilen Parkinsonlular

-İtalya, Torino Üniversitesi’nden placebo uzmanı profesör Fabrizio Benedetti günümüzde placebo üzerine çalışan en bilindik isimlerden. Görüş almak üzere kendisini aradık ve bize yaptığı deneylerden bazı örnekler verdi. Sadece tuzlu su vererek Parkinson hastalarında ellerin titremesini durdurabilmiş örneğin. Deneyde ‘alt-talamik çekirdek’teki nöronların, tuzlu su verildikçe daha az tetiklendiği ortaya çıktı.
Benedetti bu deneyden elde edilen sonuçlarla ilgili “Beklenti ve umut tedavi edici sonuçlar yaratıyor. Ancak hala placebo etkisinin nerede, nasıl ve ne zaman devreye girdiğini anlamaya çalışıyoruz. İlaç firmaları ise bir insanın nasıl kendi kendini boş bir ilaçla tedavi edebildiği üzerine yoğunlaşmak yerine kendi ilaçlarının placebo karşısında ne kadar etkili olduğuyla ilgileniyor” diyor. Ağrı kesici placebo etkisinin ise yalnızca ağırıyı kesmediğini, aynı anda kan dolaşımını ve kalp ritmini düzene soktuğunu belirten Benedetti, “Placebolar ile duygu durumu yükseltilebiliyor, depresyon tedavi edilebiliyor, bilişsel faaliyetler düzenlenebiliyor, sindirim bozuklukları hafifletilip uykusuzluk sorunları giderilebiliyor, kemoterapi gören kanser hastalarında kemoterapinin yan etkileri hafifletilebiliyor . Hatta insülin ve kortizol gibi hormonların doğal olarak salgılanması da sağlanabiliyor” diye konuşuyor. Benedetti Alzheimer hastaları üzerinde de çalışıyor. Bu hastaların hatırlama ve gelecek hakkında düşünme konusunda sıkıntı çektikleri için placebo ilaçlara tepki veremediklerini belirtiyor. Hatta gerçek ağrı kesiciler bile Alzheimer hastalarında ancak iki katı dozajda etkili oluyor. Prof. Benedetti depresyon ve anksiyete hastalarında placebo etkisinin daha güçlü olduğunu ifade ediyor.
- Huston’daki Veteran Affairs Tıp Merkezi’nin doktorlarından ortopedi cerrahı Bruce Moseley, bir deney sırasında 90 hastaya sahte diz eklemi ameliyatı yaptı. Mucizevi bir şekilde hastaların çoğu bir daha dizlerinden hiç şikayet etmedi, iyileşmişlerdi. Moseley bu araştırmanın sonuçlarını New England Journal of Medicine’da yayınladı.
-Placebo sosyolojik bir etkiye de sahip. Kalp krizine iyi geldiği sürekli vurgulanan aspirin ABD’de kalp krizlerini düşürürken, 5139 İngiliz doktorunun yaptığı altı yıllık araştırma sonucunda, bunun doğru olmadığının anlaşılması ile İngiltere’de aynı etkinin gerçekleşmemesini buna örnek gösterebiliriz.
- Geçen yıl Harvard Üniversitesi’nden Prof. Ted Kaptchuk da tüm dünyada tedavisi için yıllık 40 milyar dolar harcanan irritabl barsak sendromu üzerine bir placebo çalışması yaptı. Denekler üç gruba ayrıldı. Bir gruba gerçek ilaç, ikincisine placebo, üçüncüsüne de placebo ve umut verildi. Doktorlar üçüncü gruptaki hastalara durumlarının çok da kötü olmadığını ve kolaylıkla iyileşeceklerini telkin etti. Sonuç, tahmin edebileceğiniz gibi üçüncü gruptaki hastalar daha hızlı iyileşti.
-Hamile kadınlarda kusmayı tetikleyen haplarla tam tersine mide bulantısını geçiren, yalnızca deride bir kesi yapılarak gerçekleştirilen ve yüzde 56 başarı sağlanan koroner bypass ameliyatları da placebo etkisi örnekleri arasında. Kolombiya Üniversitesi’nden Prof. Tor Wager placebo etkisini beynin hacklenmesi olarak tanımlıyor.

Tıp dünyası placeboya karşı birleşti

2000 yılında placebo etkisine karşı koyamayan ilaç devleri, deneylerde kullanmak üzere yeni bir yöntem arayışına girdi. ABD Sağlık Bakanlığı 2000 yılında Washington’da üç günlük bir kongre düzenledi ve 500’den fazla ilaç üreticisi, doktor, akademisyen ve deney uzmanı katıldı. Bu kongre ilaç şirketleriyle akademisyenleri bir araya getirdi ve genellikle gizli tutulan deney sonuçlarının daha çok paylaşılabilmesinin yolunu açtı. Örneğin Prof. Benedetti artık Pfizer’e ilaç deneylerinde danışmanlık yapıyor.

Placebo etkisinin yüzde oranları

Genel olarak kalp hastalıklarında placebo etkisi yüzde 30-40 arasında seyrederken, bu etki zona ve ülser tedavisinde yüzde 66, şizofrenide yüzde 35-40, psikiyatride bipolar bozukluklarda yüzde 30, anksiyetede yüzde 65, panik bozukluklarda yüzde 22, kanser ağrıları dahil tüm ağrılarda ise yüzde 20-40. Dr. Henry Beecher, insan popülasyonunun üçte birinin placeboya yanıt verdiğini söylüyor.

Renk ve şekillerin gücü

Sarı, antidepresanların etkinliğini en çok arttıran renk. Hap çok küçük dozlarda bile olsa… Kırmızı, anlık, uyarıcı darbe etkisine sahip.
Yeşil, anksiyeteyi düşürüyor.
Beyaz, anti asit özelliği taşıyor ve ülser yatıştırıcı olarak iş görüyor. Gerçek haplarda bu etkileri arttırdığı gibi placebo haplarda da yüksek oranda işe yarıyor.
Sayısal çokluk da iyileşmeyi hızlandırıyor. Örneğin günde dört kere küçük dozajlarda alınan haplar iki kere alınanlardan daha etkin.
Damgalı haplar ise hastaya güven veriyor. Bilinen markaların damgası iyileşme sürecini hızlandırıyor.
Akıllı isimler ilacın gücünü arttırıyor. Placebo uzmanları örneğin Viagra’nın gücünün büyük oranda durmadan akan Niagara Şelalesini hatırlatmasına bağlıyor.

“Placebo etkisi sadece kafada değildir”

Bilgi Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nden Doç Dr. Hale Bolak Boratav: “Placebo, ağızdan veya damardan alınan ilaç ya da ameliyat olabilir. Örneğin bir çok hasta sadece ameliyat için açılıp kapandıktan sonra, yani tedavi amaçlı bir müdahale yapılmadığı halde bile kendini daha iyi hissetmektedir. Kalp hastaları veya artrit hastaları ile yapılan placebo ameliyatlarının sonrasında bu hastaların işlevselliklerinin (yürümek, tırmanmak gibi) gerçek bir ameliyat geçirmiş hastalardan farklı olmadığı görülmüştür. Aynı şekilde, disk veya fıtık problemi olduğundan şüphelenilen, ama aslında böyle bir sorun bulunmayan hastalarda da ameliyat sonrasında bir rahatlama etkisi görülür. Ağrı kesici diye verilen Placeboların hastaların yüzde 35’inde morfin kadar etkin olduğu biliniyor. İlacın şekli, rengi, reçeteyi yazan doktorun prestiji gibi etkiler iyileşme sürecine yön veriyor. Yakın zamanlarda ileri teknoloji kullanılarak yapılan araştırmaların birinde (örn. Wager ve ark., 2004, Science dergisi) placebo aldıktan sonra ağrılarının azaldığını söyleyen hastaların beyinleri fMRI ile görüntülendiğinde, beynin ağrıya hassas bölgelerinde de aktivitenin azaldığı saptanmaktadır. Placeboların etkisinin sadece insanın ‘kafasında’ olmadığının, gerçekte de bir iyileştirme etkisi olduğunun altını çizmek lazım. Aşırı ilaç kullanımının yol açtığı yan etkileri, hasar ve ölüm ihtimallerini göz önünde bulundurursak, placeboların gelecekte tıbbi tedavide önemseneceklerini öngörüyorum.

6 Eylül 2009 Pazar

Hayatın sırrı DNA’da saklı değilmiş!

İnsan vücudunda hastalıkların emrini veren 3600 şalter keşfedildi.

Güvenme DNA’na, bir şalter yeter

Almanya ve Danimarka’dan bir grup araştırmacı, insan bedeninde, bilim dünyasının şimdiye dek bilmediği 3600 ‘hastalık şalteri’ tanımladı. Protein aktivitelerini kontrol eden ve en az genler kadar önemli olan bu şalterler, yaşlanma, kanser, alzheimer ve parkinson gibi hastalıkların başlangıcı ve tedavisinde adeta ‘on’-‘off’ düğmesi gibi görev yapıyor. Araştırma ekibinin başkanı Prof. Matthias Mann Yeni Aktüel’in sorularını yanıtladı.

ÜRÜN DİRİER, urun.dirier@aktuel.com.tr

İnsan genomunda saptanan toplam gen sayısının 25-30 bin civarında olduğu ortaya çıkınca pek çok kişi şaşırıp dudak bükmüştü: “Hepsi bu kadar mı?” Bu soruya bir hikaye ile cevap verelim. Çin imparatoru kendisine satranç oynamayı öğreten Brahman rahibe “Dile benden ne dilersen” der. Rahip “Satranç tahtasının 64 karesi var. Birinci kareye bir pirinç tanesi koyun. Yanındaki kareye birincinin iki katını, üçüncü kareye ikincinin iki katını. Her bir kareye bir öncekinin iki katı kadar pirinç koyun ve o pirinçleri bana verin” der. İmparator bu basit isteğe kızar ve vezirine “Şu sefile ne istiyorsa verin” deyiverir. Sarayın tüm saymanları bir araya gelirler ama bir türlü rahibin istediği pirinç sayısını hesaplayamazlar. Sonunda görürler ki Çin’deki bütün ambarları hatta gelecek yılın ürününü de toplasalar rahibin isteğini karşılayamıyor. Çünkü matematiksel olarak 2 üzeri 63 olarak ifade edilen hesaba göre rahip 184 milyar tondan fazla pirinç istemiştir. Yuvarlak hesap yapabilmek için 100 pirincin 1 gram geldiğini varsayalım. Dolayısıyla 1 kilogram pirinç için 100 bin pirinç gerekir. Bu, bir ton pirinç için 100 milyon pirinç demektir. Satranç tahtasındaki pirinç sayısı ise 18 446 744 073 709 551 615. Bu rakamı 100 milyona bölünce ortaya çıkan 184 milyar küsur ton pirinç olur.

Epigenetik, olasılıklar ve zaman

Kıssadan hisse, püf nokta insan ansiklopedisini meydana getiren harflerin toplam sayısı yani gen sayısı değil, okumaya ansiklopedinin hangi sayfasından ve hangi yöne doğru, hangi kurallarla ve ne zaman başlandığıdır. Yani olasılıklar ve zaman! Zaten bilim dünyası da artık genlerden ziyade bu olasılıklar üzerinde çalışıyor. Aşağı yukarı 10 yıllık bir geçmişi olan bu çalışma alanının adı epigenetik yani ‘üst-gen bilim’. Epigenetik, bilim insanlarının belli başlı genetik faktörlerle pek çok yaygın hastalık arasında bağ kurmakta zorlanmasından dolayı son yıllarda yükselişte. Epigenetik, DNA dizisindeki değişikliklerden ve DNA mutasyonlarından kaynaklanmayan gen ifadesi (genlerin protein yapısına dönüşmesi süreci) değişikliklerini inceleyen bir bilim dalı. Basitleştirecek olursak, genleri bir heykel kalıbına, vücudumuzun en önemli yapıtaşlarından olan proteinleri de heykellere benzetebiliriz. Kalıp aynı olmasına rağmen ortaya çıkan heykeller birbirinden farklıdır. İşte epigenetik bu farklılıkları ve nedenlerini inceliyor. Yanıtlamaya çalıştıkları arasında, ‘tamamen aynı genetik yapıya sahip tek yumurta ikizlerinin nasıl olur da hastalıklara genetik yatkınlıkları farklı olur?’, ‘strese maruz kalan bitkiler, genetik yapıları değişmemesine rağmen gen ifadelerini değiştirerek değişen ortama nasıl adaptasyon sağlarlar?’ ve ‘çevremiz, yaşam tarzımız gen ifademizi değiştirebilir mi?’ gibi sorular vardır.

Yaşam kitabının modifiye ayraçları

Toparlarsak, pirinç hikayesi gibi eldeki mevcut az sayıdaki genden, yaşamsal faaliyetlerimizi sürdüren sayısız proteinin üretilebilmesi de ancak çarpanlarla (hikayedeki iki katı çarpanı gibi) mümkün. Bu çarpanlara moleküler biyoloji ve genetikte modifikasyon deniyor. Bir otomobilin modifiye edilmesiyle hemen hemen aynı şey. Bu modifikasyonlardan bir tanesi de lizin asetilasyonu. Yani bir proteini oluşturan 20 tür aminoasitten biri olan lizine, asetil grubu kimyasallarından birinin eklemlenmesi. Bu eklemlenmeyi ansiklopedi sayfalarının arasına ‘bu sayfadan başla’ işareti anlamına gelen bir kitap ayracı sıkıştırmak olarak ifade edebiliriz. Ya da bir Agatha Christie romanı okuduğunuzu düşünün; eğer katilin kim olduğu ilk sayfalarda ortaya çıkar, gizemli cinayet ise son sayfada anlatılırsa o kitabı okumanın hiçbir anlamı kalmaz değil mi? Romandaki kelimelerin toplamını bir DNA’ya benzetirsek, asetilasyonu da her bir kelimenin hangi sırayla okunacağının kurgusunu yapan roman yazarına benzetebiliriz. Kelimelerin sırasını değiştirerek kaç yüz ya da bin tane farklı kitap yazabiliriz siz düşünün!

Hastalıkları durduracak şalterler

Esas haberimize gelelim şimdi. Danimarka Kopenhag Üniversitesi Novo Nordisk Protein Araştırmaları Merkezi ve Almanya Max Planck Biyokimya Enstitüsü’den bir grup araştırmacı, insan bedenindeki hücrelerde bulunan 1750 tür proteinde, bilim dünyasının şimdiye dek ancak birkaç yüz tanesini bildiği 3600 ‘lizin asetilasyonu’ tanımladı ki kendileri bunları ‘moleküler şalter’ olarak isimlendiriyor. Protein aktivitelerini kontrol eden bu şalterler, yaşlanma, hastalık başlangıcı ve tedavisinde adeta ‘on’-‘off’ düğmesi gibi görev yapıyor. Zamanında ve düzgün çalışmadıklarında hastalıklara yol açıyor. Başkanlığını Prof. Matthias Mann’in yaptığı araştırma ekibinin bulduğu bu şalterler sayesinde artık, ilerleyen yıllarda kanser, alzheimer ve parkinson gibi hastalıklar daha başlangıç aşamasındayken durdurulabilecek. Ayrıca bu şalterlerin hareketleri takip edilerek hastaya doğru ilacın verilmesi sağlanarak, verilen ilacın hastalığı tedavi edip etmediği de (yani hastalığa sebep olan bozulmuş protein aktivitesinin düzeltilip düzeltilmediği de) kolaylıkla gözlemlenebilecek ve insan bedeni ilaç çöplüğüne dönmekten kurtulacak. Temmuz ayında tanıtılan ve bilim dünyasında büyük yankı uyandıran bu çalışma için ‘tedavi kavramına yeni bir bakış açısı getirdi’ deniyor. Araştırmacıların ‘mass spectrometry’ denen çok ileri ve hassas bir teknoloji kullanarak ortaya çıkardığı ve haritaladığı moleküler şalterler, kabaca genetik kodun okunabilmesinde ve bu koddan alınan bilgilerin oluşturduğu proteinleri modifiye ederek kullanışlı hale getirilmelerinde bir tür aç-kapa düğmesi ya da ‘şu bölümü oku’ işareti veren kitap ayracı görevi görüyor. ‘İnsan genomu projesi’nde de kullanılan ‘mass spectrometry’ teknolojisi, moleküllerin ağırlığını tespit etme temeline dayanıyor.

Herkesin lise biyoloji derslerinden hatırlayacağı gibi, hücre işlerinin büyük bölümünü proteinler yürütüyor. Vücut dokularını ve organlarımızı oluşturan proteinler, insan vücudunda büyüme, gelişme, açılan yaraların tamir edilmesi, sindirim, sıvı-tuz dengesinin sağlanması, zeka gelişmesi, adalelerin kasılarak hareketin sağlanması gibi temel hayati unsurlarda başrol oynuyor. Kan serumundaki katı maddelerin en önemli kısmı da yine proteinden oluşuyor. Proteinler bir araya gelerek vücuttaki faaliyetleri hızlandıran enzimleri, hastalıklarla savaşan antikorları, organların çalışmasını düzenleyen hormonları da oluşturuyor. İşte bu nedenle Prof. Matthias Mann, protein aktivitelerinin sıkı kontrol altında tutulmasının çok önemli olduğunu belirtiyor.

“… kanserin tedavisini bulmak demek!”

Sorularımızı e-mail aracılığıyla yanıtlayan Prof. Mann, “Proteinler, hücre büyümesi, bölünmesi ve ölümü gibi tüm önemli faaliyetleri gerçekleştiren birimlerdir. Moleküler şalterlerle aktivitelerini kontrol edebiliriz. Örneğin Cdc28 fonksiyonunu (insanda patojen olan maya mantarında bulunan önemli bir büyüme proteini) ilgili şalteri kaldırarak engellemeyi başardık” diyor. Söz konusu şalterlerin çok çeşitli yollarla iş gördüklerini belirten Prof. Mann şöyle devam ediyor: “Mesela, proteinlerin enzim aktivitelerini düşürüp arttırabilirler, hücredeki lokasyonlarını değiştirebilirler ya da diğer proteinlerle olan ilişkilerine etki edebilirler. Protein faaliyetlerini arttırıp azaltabilme yetkisine sahip oldukları için proteini aktif hale getirebilirler ya da durdurabilirler. DNA lifi, histon denen bir protein makarasına sarılıdır. İşte asetilasyon bu makaranın açılıp kapanmasından da sorumlu. Eğer doğru zamanda, doğru yerden, gerekli esneklikte açamazsa genetik kod okunamaz ve protein yapmak için doğru bir kalıp çıkartılamaz. Bu da kronik hastalıkların başlangıcı demek. İşte tüm bunlar şalterleri (lizin asetilasyonu) tanımlamanın neden çok önemli olduğunu gösteriyor. Bu çalışma yeni tedavi yollarının geliştirilmesinde yardımcı olacak. Örneğin hücre bölünmesini normalin üstünde arttırarak tümör oluşumuna sebep olan ‘şalter’ indirildiğinde, hücreleri bölüp çoğaltan proteinler de çalışmalarını durduracaktır.”

Ekip olarak bir sonraki hedeflerinin belli başlı ilaçların hücrelerde nasıl etkili olduğunu ortaya çıkaracak ilaç deneylerine geçmek olduğunu söyleyen Prof. Mann, “Protein aktivitelerinin kusurlu bir şekilde düzenlenmesi yaşlılık ve hastalıkların gelişmesinde en önemli etken. Şalterler aracılığıyla kusurlu protein aktivitelerini düzenleyebiliriz. Hasarlanmış protein düzenleyicilerini kontrol etmek demek kanserin tedavisini bulmak demektir. Biz şimdilik bir buçuk yıl süren çalışmamızda şalterlerin yerlerini belirledik. Bundan sonra bu şalterlerin görevlerini belirlemeye yönelik yapılacak çalışmalar çok önemli” diye sözlerini tamamlıyor.

Türk bilimciden epigenetik çalışma

Haliç Üniversitesi Moleküler Biyoloji ve Genetik bölümü öğretim üyesi Dr. Meriç Adil Altınöz de ülkemizde yaygın bir hastalık olan talaseminin (Akdeniz anemisi) aspirinle tedavisi üzerine çalışıyor. Kimyasal formülü asetil salisilik asit olan Aspirin bir asetilasyon türü. Aspirin’in 1970’li yıllarda hemoglobin (kanda dokulara oksijen taşıyan protein) ‘lizin’lerine bağlanarak asetil grupları aktardığı gösterilmiş, daha sonra orak hücreli anemi denen hastalıkta ağrılı krizleri ve oksijen düşmelerini azalttığı görülmüştü. İşte Dr. Altınöz bu iki bilgiyi bir araya getirerek talasemi hastalarının ömrünü uzatmak için aspirin kullanılıp kullanılamayacağı üzerine deneysel bir çalışma yapıyor. Amaç, Aspirin ile anne karnındaki bebeklerde bulunan ama doğumdan sonra kapanan Hemoglobin-F’i kodlayan genin kapısını histonlarda lizin asetilasyonunu değiştirerek yeniden açabilmek ve bu geni aktif hale getirmek. Dr. Altınöz, “Bu gen yeniden aktif hale getirilirse talasemi hastalarının kan nakli bağımlılığının azalacağını düşünüyorum. Ama bu deneysel bir çalışmadır, tez aşamasındadır. hastalar tedavi konusunda kendi doktorlarına danışmalıdır” diyor. Dr. Altınöz’ün, bu tezini anlatan makalesi, 2007 yılında uluslar arası bir tıp dergisinde yayınlandı. Çalışma, Bayer Uluslararası Grup tarafından ön destek kararı ile IRS projesi olarak sunuldu.

Dr. Altınöz kimdir?

1975 doğumlu Dr. Meriç Adil Altınöz, Kanada Montreal’de nöro-immünoloji üzerine post-doktora yaparak MS ve beyin tümörlerinin genetik davranışı üzerine çalıştı. Harvard Üniversitesi’nde sırasıyla DFCI/Kanser Merkezi ve Brigham and Women’s Hastanesi Moleküler Nöroloji Departmanı’nda programlı hücre ölümü üzerine çalıştı. 2005’te PubMed NLM catalog (National Library of Medicine/Ulusal Tıp Kütüphanesi) ve Amerikan Kongre Kütüphanesi’nde kataloglanan uluslararası bir tıp kitabında bölüm yazarlığı yapan en genç Türk hekimi oldu.

4 Eylül 2009 Cuma

İKİ TÜRK BİLİMCİ LABORATUVARDA ALTIN ÜRETTİ!

İnsanlığın binlerce yıllık rüyası gerçek oldu. Washington Üniversitesi ve İstanbul Teknik Üniversitesi’nden iki Türk profesör laboratuvar ortamında ‘yapay evrim’le altın parçacığı üretmeyi başardı.

ÜRÜN DİRİER, urun.dirier@aktuel.com.tr

Harry Potter serisinin ilk filmini izleyenler hatırlar; Harry ve arkadaşları okulda girilmesi yasak olan üçüncü koridora girerler. Burada üç başlı bir canavarın koruduğu ‘felsefe taşı’ saklanmaktadır. Bu taş sahibine ölümsüzlük ve üstün güçler veren bir taştır. Harry’nin anne ve babasını öldüren kötü büyücü Voldemort da ‘felsefe taşı’nın peşindedir. Mistisizme meraklı olanlar bu taşın, geçmişi 2500 yıl öncesine kadar dayanan simya ilminin efsanevi taşı olduğunu bilirler.

Yüzyıllar, bin yıllar boyunca Mezopotamya, Antik Mısır, İran, Hindistan ve Çin’de, Antik Yunan’da, Roma İmparatorluğu’nda, İslam coğrafyasında ve ortaçağdan itibaren 19. yüzyıla kadar da Avrupa’da simyacılar hep bu taşı arayıp durdular. Isaac Newton, Robert Boyle, Demokritus, Razi, İbn Haldun, Cabir İbn Hayyan, Nicolas Flamel, Platon, Pitagoras, Tales, Zosimus ve Paracelsus ‘felsefe taşı’nı bulmaya çalışan bilindik simyacılardan yalnızca birkaçı. ‘Felsefe taşı’, en bilinen anlamıyla, tüm maddeleri altına çeviren ve ölümsüzlük veren taştır, maddenin en saf hali, özüdür.
Simya bir dönüşüm sanatıdır. Kirli olanı, hasta olanı birçok süreçten geçirerek arınmış ve mükemmel olana dönüştürmeyi amaçlar. Simyacılara göre madde hastadır ve iyileştiğinde ortaya altın çıkacaktır. Simyanın, maddeden altını çıkarma uğraşı, ezoterik olarak insandaki Tanrı özünün ortaya çıkartılmasına denk gelir. Bu anlamda ‘felsefe taşı’ da mutlak olana kavuşturan bilinç anlamını kazanır. ‘Felsefe taşı’ en güzel ifadesini VITRIOL sözcüğünde bulur. VITRIOL Latince bir cümledeki sözcüklerin baş harflerinden oluşmuştur. Bu cümle “Visita Interiora Terræ Rectificando Invenies Occultum Lapidem”dir ve “Dünyanın derinliklerini ziyaret et gizli taşı bulacaksın” anlamına gelir. Simya düşüncesi aslında Tanrı’nın birliğinden kaynaklanır. Evreni yaratan Tanrı, Ruh’a çeşitli formlar vermiş ve böylelikle madde oluşmuştur; yani madde Tek olanın farklı görünüşlerinden ibarettir. Simyacı ise bu formların arasında Altın olanı arar. Bu arayış tarih boyunca simyacıların kent meydanlarında yakılmasıyla bile sonuçlansa hiçbir zaman bitmedi.

Yapay evrimle gerçek altın

Ancak sonunda insanlığın 2500 yıllık rüyası gerçek oldu. ‘Felsefe taşı’ bulundu! Washington Üniversitesi ve İstanbul Teknik Üniversitesi’nden iki Türk profesör laboratuar ortamında altın parçacığı üretmeyi başardı. Ama simyacıların kutsal metinlerinde geçtiği gibi yakmayan ateş, ıslatmayan su ve filozof yumurtasıyla değil, yapay evrimle, bir başka deyişle hızlandırılmış evrimle altın üretiyorlar.
Washington Üniversitesi Genetik Mühendisliği Malzeme Bilimleri ve Mühendislik Merkezi’nin (GEMSEC) kurucusu ve yöneticisi Prof. Mehmet Sarıkaya ile İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) Moleküler Biyoloji ve Genetik Bölüm Başkanı, İTÜ Moleküler Biyoloji ve Genetik Araştırmaları Merkezi’nin yöneticisi Prof. Candan Tamerler’in birlikte yürüttüğü çalışma, malzeme mühendisliği için bir devrim niteliğinde. Çünkü bu çalışma yalnız altın üretimini değil, savunma, tıp, ilaç sanayi ve endüstrinin her alanı için her türlü malzemeyi üretebilmenin yolunu açıyor. Sözünü ettiğimiz malzemeler sentetik malzemeler değil üstelik, gerçek, doğadaki gibi malzemeler!

Sır, moleküllerin ‘tanışma’sıymış

Merak içinde “peki neymiş bu felsefe taşı?” diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Çok şaşıracaksınız ama altın üretmeye yarayan ‘felsefe taşı’ bir nesne değil, bir kavram! Moleküllerin birbirlerini tanıması! Yani canlılığın, var oluşun sırrı; doğal seleksiyon; atomların, moleküllerin birbirlerini seçmesi ve ayırması. Güzeller güzeli Ayşe Memed’i sever de Ahmet’e yüz vermez. Neden? Çünkü Memed’inin yanında mutludur, Ahmet’in değil. Memed’in yanında kalbi kuş gibi çarpar, Ahmet’in değil. Memed’le muhabbet ister gönlü, Ahmet’le değil. “Ne alakası var?” dediğinizi duyuyorum ama aşkın neyle alakası yok ki! Birazdan konuyu anlatırken niye aşktan söz ettiğimi daha iyi anlayacaksınız. Zaten Prof. Mehmet Sarıkaya konuyu anlamam için kendisi verdi bana bu örneği. Moleküler boyutta bir şeyleri anlatmanın zorluğunu fark edip “Bu kız bu oğlanın elini tutmak ister de ötekinin elini tutmak istemez, niye?” deyiverdi en sonunda, ben de anladım. Ama anlatmadan önce hikayeyi baştan, yani 1984 yılından alacağım efendim.

Prof. Sarıkaya, 1984’de ABD Kaliforniya Üniversitesi’nde doktora çalışması için çeliğin yapısını incelerken, bir bilim dergisinde deniz kabuğunun elektron mikroskobu altındaki görüntüsü ilişir gözüne. Deniz kabuğunun iç yapısı çeliğinkiyle aynıdır, tuğlayla örülmüş bir duvara benzemektedir. Yani insanoğlu moleküler boyutta ne yaptığının farkında olmadan, doğada bilinen en dayanıklı malzeme olan deniz kabuğunu taklit eden bir madde üretmiştir demire karbon katarak; çeliği. O gün Sarıkaya, bir malzeme bilimci olarak doğayı taklit ederek mükemmel malzemeler geliştirebileceğinin farkına varır. Biyomimetik (biyobenzetim) denen bilim dalına ilk adımını böylece atar. Biyomimetik, canlılardaki protein yapılarını nano ölçekte (atomik veya moleküler boyutta) inceleyerek, mühendislik yoluyla bu yapılara benzer sentetik malzemeler üretmeye çalışan bir bilim dalı. Sarıkaya da 90’ların sonuna kadar geyik boynuzları, sünger iskeletleri ve bakteriler üzerinde çalışmalarını sürdürür. 90’ların başında nanoteknoloji ve nano-biyoteknolojinin yükselişi biyomimetik çalışmalarına da ilgiyi arttırır.

Canlı ve cansız dünya birleşti

Ancak taklit etmenin zorlukları ve günümüz teknolojisinin yetersizlikleri bir yana bu alanda tek bir veriye ulaşmak bile onlarca yıl alıyor. Örneğin 30 yıllık çalışmaların sonucunda diş minesinin oluşumunda etkin olan 40 protein içinden bu güne dek yalnızca bir tanesinin belirli bir bölgesinin ne işe yaradığı keşfedilmiş durumda. Prof. Sarıkaya 2000 yılında şöyle der kendi kendine: “Niye tabiat anayı taklit etmek yerine malzemeleri onun yaptığı gibi yapmayalım?” Kendisine bu soruyu yönelttiğinde dünyada ‘moleküler biyomimetiğin’ kurucusu olacağını bilemezdi herhalde. Bu çılgın fikrini hayata geçirmek için iyi bir moleküler biyolog arayışına girer. Prof. Candan Tamerler ile işte bu arayış sırasında İstanbul’a 2001’de bir kongre için geldiğinde tanışır. Tamerler, o zaman için son derece çılgınca görünen bu fikre derhal sıcak bakar ve “Canlıların yapı taşı olan proteinler milyarlarca yıldır neyi nasıl yapacaklarını çok iyi biliyorlar. Biz de proteinleri kullanabiliriz” der. Çevresinde hayalperest damgası yer ama yılmaz.
İşte bu ikilinin tanıştığı gün, biyomimetikte ilk kez canlı dünyayla cansız dünya arasında bir köprü kurulur. Amaç; az evvel söz ettiğimiz gibi moleküllerin birbirini tanıması, sevmesi, tercih etmesi prensiplerine göre her türlü malzemeyi üretmek. Başta ABD’de olmak üzere Nature gibi birçok saygın bilim dergisinde makaleleri yayınlanan Sarıkaya ve Tamerler artık bugün gümüş, platin, mika, titanyum, safir, silika, insan dişi ve altın üretebiliyorlar. Şimdi neymiş bu yapay evrim, moleküllerin birbirini tanıması ve seçmesi anlatalım.

Altın seven peptitler

Öncelikle bir bardak suyun içine küçük altın parçacıkları yerleştiriliyor. Sonra milyarlarca bakterinin ve virüsün bulunduğu ‘virüs kütüphanesi’ dedikleri bölüme geçiliyor. Buradaki virüs ve bakterilerin kendilerine has yapılarını oluşturan proteinleri toplanıyor. Bu proteinlerin de peptit denilen küçük bir kısmı alınıp altın parçacıklı su dolu bardağa atılıyor. Sonra da milyarlarca peptit içinden bazılarının altını suya tercih ederek altına yapışması bekleniyor. Beklenen oluyor. Birkaç yüz tanesi altın parçacıklarına gidip yerleşiyor. Neden diye soruyorum. “Bir peptitin altını suya tercih etmesi, altın molekülünün peptitin üç boyutlu yapısına uyduğu anlamına geliyor. Peptit altın molekülünün üzerinde kendini dengede ve rahat hissediyor. Evrimsel olarak bakarsak, altın parçacığının üzerine yapıştığında ortaya bir enerji çıkıyor ve peptit enerjik olarak dengesini sağlıyor ve bu nedenle o maddeye bağımlı hale geliyor” diye cevaplıyor Tamerler. Zaten sudan başka bir seçeneği de yok peptitin. İkisinden birini seçmek zorunda, o da kendisine en uygun olan, en rahat ettiği yeri seçiyor. İşte buna tanıma deniyor. Bir anlamda hayata tutunmaya çalışıyor. Peki peptit canlı mı ki buna karar verebiliyor? Bu soruyu da Sarıkaya yanıtlıyor: “Can nedir? Molekül başka bir molekülü tanıyor ve onunla birleşince bir fonksiyon, bir çıkar elde ediyorsa bu candır işte. Peptitler de canlı.” Peki bir peptit kendini altının üzerinde dengede hissedip hissetmediğine nasıl karar veriyor? Sarıkaya hemen sandalyesinden kalkıp göstererek anlatmaya başlıyor: “Diyelim ben peptitim, bu sandalye de altın. Ben geliyorum sandalyenin orasına burasına oturuyorum ama bir türlü rahat edemiyorum. Benim üç boyutlu yapıma yani vücut şeklime uygun değil diyelim ki bu sandalye. Diyelim çok şişmanım ve sığamıyorum bu dar sandalyeye. İşte peptitler de üç boyutlu yapılarına uygun yani ergonomik olan yapıyı seçiyorlar oturmak için. Ya da onu bırak bir kız bu oğlanın elini tutar da ötekininkini tutmaz niye? Onun gibi işte…” Bu hareketli anlatımla konuyu iyice kavrıyorum. Eğer vücudumuzda moleküller birbirini aynen bu şekilde tanımasa bir araya gelemeyeceklerini de öğreniyorum. Biyolojinin temeli bu tanıma kavramına dayanıyormuş yani.

Denizlerdeki altın tuğlalar

Daha sonra suda kalmayı tercih eden peptitler ayıklanarak altını tercih edenler toplanıyor. Ve virüslerin, bakterilerin genetikleriyle oynanarak altını tercih eden türdeki peptitler üretmeleri sağlanıyor.

Şimdi gelelim altın yapmaya. Denizde, okyanuslarda, göllerde ve ırmaklarda altın iyonları (atomik boyutta) bulunduğunu biliyoruz. Bu iyonlar altın değil ama bir araya getirilirlerse altın olacaklar. İşte ikinci aşama burada başlıyor. Bir kova deniz suyu alınıyor ve akşamdan içine az evvel söz ettiğimiz ‘altın sever’ peptitler bırakılıyor. Sabah bir kalkıyorsunuz ki ne göresiniz, kovanın içinde altın parçacıkları var. Ama nasıl? Yaşam alanı olarak altını tercih eden peptitler altın iyonlarını görünce tanıyor. Sabaha kadar iyonları bir araya getirerek altın molekülleri yani kendine yaşayacak bir ev yapıyor. Tıpkı tuğlaları bir araya getirerek ev yapmak gibi. Sarıkaya: “Bu, yapay evrimle ortaya yeni bir varlık çıkması demek. Altın iyonuyla diğer iyonlar arasındaki farkı bilen bir varlık. Göllerde, denizlerde, altın madenlerindeki su birikintilerinde altın iyonları bulunur. Bunların hepsini altın seven peptitler altına çevirebilirler” diyor. Tamerler tüm bu işlemlerin oda sıcaklığında ve kimyasal kullanmadan yapılmasını “İşte buna yeşil bilim denir” sözüyle açıklıyor. Peki peptitler iyonları bir araya getirmeyi nereden ve nasıl biliyor? Sarıkaya cevap veriyor: “Sen hayat nasıl başladı diye soruyorsun!”

Külçe altın da yapılabilir

Altın tıpta, sensörlerde, nanoteknolojide kullanılan önemli madenlerden biri. Tamerler altının külçe külçe olarak da üretilebileceğini ancak nanoteknolojik parçalarda az miktar altın kullanıldığı için şimdilik külçe üretmeye ihtiyaç duymadıklarını belirtiyor ve ekliyor: “Ama kuyumculuk sektöründen bir çalışma talebi gelirse değerlendirebiliriz. Şimdilik montajlarında altın kullanan Amerikalı ve Kanadalı birkaç nanoteknoloji firması ile ortaklık kurduk. Bir de dişçilerden çok büyük ilgi gördük. Peptitlerimiz istenen bölgede doğal diş yapısı oluşturabiliyorlar ve bu dişçilik için bir devrim.”

5-10 yıl sonra üzerinde ‘dişler için’, ‘kırık kemikler için’, ‘altın için’, ‘gümüş için’ yazan kutularda peptitler satıldığını görürsek şaşırmamamız gerekiyor. Etrafımızda somon zenginleri de görebiliriz pekala. Nasıl mı? Sarıkaya’nın bu çalışmayı öğrenen bir arkadaşı müthiş bir fikir atmış ortaya: “Biliyorsun somon balıkları bir nehirde doğduktan sonra okyanuslara açılırlar. Sonra da yumurtlamak için 3-4 yıl sonra doğduğu nehre geri dönerler. İşte bu somonların içine peptitleri yerleştirsek, okyanustaki altın iyonlarını altın parçacıklarına dönüştürseler ve somonlar doğdukları nehre geri döndüklerinde onları yakalayıp altınları toplasak olmaz mı?”

Kutu: Washington Üniversitesi Malzeme Bilimleri ve Kimya Mühendisliği bölümlerinde öğretim üyesi olan Prof. Mehmet Sarıkaya, Japonya’da Nagoya Üniversitesi Ecotopia Science Enstitüsü’nde de ders veriyor. 2005 yılında Washington Üniversitesi bünyesindeki GEMSEC’i (Genetik Mühendisliği Malzeme Bilimleri ve Mühendislik Merkezi) kuran Sarıkaya, araştırma merkezinde, ABD Savunma Bakanlığı, ABD Bilim Vakfı ve ABD Tıp Enstitüsü gibi kurumların sağladığı 15 milyon dolarlık fonlarla desteklenen projelerini yönetiyor. ABD Duke Üniversitesiyle de proteinlerle bilgisayar yapma çalışması için 1 milyon dolarlık ortak bir projeye başlanmış. Prof. Candan Tamerler de İTÜ haricinde yılın yarısında Washington Üniversitesi’nde uzun süreli misafir öğretim üyesi olarak genetik bölümünde ders veriyor.

27 Temmuz 2009 Pazartesi

Bir zamanlar ‘Zakkumcu Ziya’ vardı ya…

Türkiye destek çıkmadı, ABD kaptı! Bir zamanlar zakkumdan elde ettiği ekstre ile kansere çare bulduğunu söyleyen, ‘Zakkumcu Ziya’ diye şarlatanlıkla bile suçlanan Operatör Dr. Ziya Özel’in fırtınalı hayat hikayesi… Demirel, Özal, Yıldırım Aktuna, Saddam Hüseyin ve TÜBİTAK’ın bilinçli ya da bilinçsiz teğet geçtiği bir hayat, bir mucitin yaşam öyküsü! Zakkumun 43 yıllık macerası…

Bir zamanlar ‘Zakkumcu Ziya’ vardı ya…

ZİYA ÖZEL’İN ZAKKUM EKSTRESİNİ TEXAS ÜNİVERSİTESİ M.D ANDERSON KANSER MERKEZİ, CLEVELAND KANSER KLİNİĞİ, LOS ANGELES IRVİNE ÜNİVERSİTESİ, DREW ÜNİVERSİTESİ VE MEMORİAL SLOAN-KETTERİNG KANSER MERKEZİ ARAŞTIRDI.


ÜRÜN DİRİER, urun.dirier@aktuel.com.tr


Zakkum (nerium oleander, kısa adı NO) deyince herkesin aklına bir zamanlar basında ‘Zakkumcu Ziya’ diye yer alan Operatör Dr. Ziya Özel geliyor herhalde. Ürettiği zakkum ekstresiyle kanserli hastaları iyileştirdiğini iddia ediyordu hani. 1988 yılında TRT’de haberlerde, ürettiği zakkum ekstresinin kansere çare olduğunu müjdelediğinde bütün Türkiye sallanmıştı. Birçok kanser hastası Dr. Ziya Özel’in kapısını aşındırırken, bir kısım insan da onu şarlatanlıkla suçladı. Hikaye uzun; sonuç ise Dr. Ziya Özel 90’larda ABD’ye çağırıldı ve o zamandan beri de Kaliforniya’da yaşıyor. Pek çok üniversite ve kanser araştırma kliniğinde Özel’in zakkum ekstresi araştırılıyor. Bir ilaç firmasının Özel’in adına kurduğu ayrı bir zakkum araştırma birimi de bulunuyor. Zakkum ekstresi bugün Honduras’ta ve İrlanda’da yasal olarak eczanelerde satılıyor, etkili bir bağışıklık sistemi güçlendiricisi olarak! Faz2 çalışmaları tamamlandığında ilaç olarak tüm dünyanın hizmetine de sunulacak. Üstelik zakkum sadece kansere değil, AIDS gibi bağışıklık sistemini ilgilendiren tüm hastalıklarda kullanılabilecek. Ülkesinde ‘olmaz öyle şey yav’ mantığıyla dışlanan, akademik kadroların kısır döngüsünde bunalan Dr. Özel’i tatil için geldiği Marmaris Armutalan’daki evinde ziyaret ettik, hikayesini en başından, 1966 yılından başlayarak Yeni Aktüel’e anlattı.


Muğlalıların azgın yara tedavisinden ilham aldı


Dr. Ziya Özel Gülhane Askeri Tıp Akademisi’nde genel cerrahi ihtisası yaptıktan sonra 1962 yılında Muğla Devlet Hastanesi’nde göreve başladı. Burada halk arasında azgın yara denen deri kanserlerinde yaraya zakkum yaprağının konduğunu gördü. Ve 1966’da zakkum üzerine böylece çalışmaya başladı. İlk olarak deri ve mide kanseri olan iki hastayı zakkumdan hazırladığı NOI (nerium oleander injection) iğnesi ile iyileştirdi. 1973 yılına kadar 8 kanser hastasını bu ekstre ile sağlığına kavuşturdu. 1973’de Ankara’da düzenlenen 4. Balkan Tıp Kongresi’nde çalışmasını sundu. Dönemin Sağlık Bakanı Kemal Demir “Bu adamın kapısından giren her hasta iyi olarak çıksa dahi, bu beni ilgilendirmez” diyordu. Özel bu yüzden yıllarca mahkemelere taşındı. Ama bu olumsuz tepkiye rağmen kongrenin ardından Dr. Özel’i sevindirecek bir teklif geldi, TÜBİTAK’tan. Çalışmalarında Özel’e yardımcı olacaktı! TÜBİTAK, Cerrahpaşa ve Hacettepe Üniversitelerinin onkoloji ve farmakoloji bölümleriyle Özel’in ekstresi üzerine çalışmaları için anlaşma yaptı. Ancak araştırma grubunun içinde Dr. Özel’e yer verilmiyordu. Bu duruma içerleyen Özel, Hacettepe Onkoloji Bölüm Başkanı Prof. Dinçer Fırat’ın talep ettiği zakkum ekstresi numunelerini Ankara’ya göndermedi. Çünkü kendi keşfinin başkaları tarafından sahiplenilmesine dayanamazdı. Bunun üzerine Prof. Fırat, kendi hazırlattığı bir zakkum ekstresi ile deney yaptırarak ‘kanser üzerine hiçbir etkisi yoktur’ şeklinde bir rapor hazırladı. Ziya Özel “Ben ekstrelerimi bitkilere su yürürken, özel bir teknikle yapıyordum. Oysa Fırat şubat ayında toplattığı yapraklarla kendince bir ekstre hazırlamış. Bir de kansere karşı etkili değil diyor. Tabii ki kanser hücresini yok eden bir madde değil NOI. Bağışıklık sistemini güçlendiriyor, sonrasında beden kendi kendini iyileştiriyor” diyor.


Demirel’in yurtdışı yasağı geldi çalışma yattı

Ziya Özel daha sonra 1974 yılında çalışmalarını genişletmek umuduyla İstanbul’a taşındı. Muayenehanesinde NOI ile pek çok hastayı iyileştirmeye devam etti. Bütün hastalarının fotoğraflarını ve ‘önce’-‘sonra’ raporlarını hala saklıyor, hepsini gösterdi bize. 1976 yılında kendisi de doktor olan bir hastasının aracılığıyla Münih Üniversitesi Farmakoloji Bölümü’nden Prof. Hildeberd Wagner ile tanıştı. Birlikte çalışmaya başladılar. Dr. Özel 3-5 ayda bir Almanya’ya gidiyordu. “Sonra Demirel yurtdışına çıkışlara yasak getirdi, 3 yılda bir yurtdışına çıkış izni veriliyordu o zamanlar. Bizim Prof. Wagner ile olan çalışmamız da böylece yattı” diyor. 78 senesinde de büyükelçilik aracılığıyla kanserli bir Japon hastayı iyileştirdi Özel. Bunun üzerine Nagasaki Üniversitesi ile bağlantı kuruldu ve ortaklaşa çalışma kararı alındı. “Ancak numunelerin o kadar uzun yola gitmesi için dondurulması gerekiyordu, zaten Japonya’ya o zamanlar direkt uçuş bile yoktu. O yıllarda soğutma makinesi yalnızca Mustafa Nevzat İlaç Firması’nda vardı. Ama bana yardımı kabul etmediler. Japonya olayı da böylece yattı” diyor. 1987’de Ziya Özel zakkum ekstresini araştırmaları için İsviçreli Sandoz (bugünkü adı Novartis) firmasıyla anlaştı. Sandoz ekstreye laboratuar araştırması yaptı ve ‘bağışıklık sistemi düzenleyicisi’ olarak rapor verdi. Bu raporları da gösterdi bize Özel.

Özal destekledi, Aktuna bitirdi

Ve yıl 1988. Bütün Türkiye TRT’de yayınlanan bir program aracılığıyla Dr. Ziya Özel’in zakkum ekstresinden haberdar oldu. İşte bütün kıyamet de bundan sonra koptu. Türk Tabipler Birliği şiddetle zakkum ekstresine karşı çıktı, üstelik zakkum üzerine hiçbir araştırma yapmaya bile gerek duymadan! Üstelik “Sandoz veya Roche gibi bir firmadan rapor alsanız öper başımıza koyarız” diyorlardı. Ancak Sandoz’un raporunda gizlilik damgası olduğu için Dr. Özel televizyonda Sandoz’dan rapor almış olduğunu da söyleyemiyordu. Tabii üç ay sonra gizlilik damgası kalktı ve rapor basına duyuruldu. Bu arada Ziya Özel ABD’den NOI’nun patentini de ‘Anvirzel’ ismiyle almıştı. Aynı yıl Turgut Özal’ın Teşebbüsü Destekleme Ajansı aracılığıyla çalışmaya 500 bin dolar teşvik vermesi üzerine Türk Alman Araştırma Grubu adı altında bir ekip kuruldu. Ekipte Dr. Ziya Özel, 76 yılında Demirel yüzünden ayrı düştüğü Münih Üniversitesi’nden Prof Hildeberd Wagner, Eskişehir Anadolu Üniversite Farmakoloji Bölümü’nden Prof. Hüsnü Can Başer ile Doç. Dr. İsmail Carbik bulunuyordu. Ekip 1990 yılına kadar çalıştı. Ne olduysa 90 yılında oldu. Ekstrenin bağışıklık sistemini güçlendirdiğine ilişkin bulgular 17-22 Temmuz 1990’da Almanya’nın Bonn kentinde toplanan Uluslar arası Farmakognozi Kongresi’nde (BACANS) tebliğ edildi. Ancak sunum metninde Dr. Ziya Özel’in adı geçmiyordu. Bugün Eskişehir Belediye Başkanı olan, o dönem Anadolu Üniversitesi Rektörü olan Prof. Yılmaz Büyükerşen, “Kendisi bir bilim adamı ya da bir araştırmacı değil. Bir operatör, genel cerrah. Araştırmamızla doğrudan bir ilgisi yok. Araştırma bize aittir” diyordu o dönem basına. Alman Prof. Wagner de bu çekişmelerden sıkılarak çalışmadan çekildi. Ekip dağıldı, ekstrenin patenti de ‘Anvirzel’ ismiyle Ziya Özel’de olduğu ve Turgut Özal’ın verdiği para bittiği için çalışmalar burada noktalandı. Dönemin Sağlık Bakanı Yıldırım Aktuna da “Türk Tabipler Birliği’nin karşı çıktığı şeye ben nasıl destek çıkarım” diyerek yeniden fon vermeyi reddetti.


Saddam’dan kaçan doktor Amerika yollarını açtı

Ve yıl 1995. Iraklı bir doktor AIDS ve kansere karşı bir ilaç keşfeder. Pek çok hasta üzerinde olumlu sonuçlar alır. Ancak Saddam Hüseyin’in ilacın ve kendisinin tüm haklarını gasp edip tüm paraya el koyacağından korkarak Ürdün’e sığınır. Bu arada Amerikalı Pharmaceutical Ventures Thrust adında bir ilaç firması ile ilacı geliştirip satmak üzerine bir anlaşma yapar. Firma derhal ilaca patent almak ister. Ancak karşılarına almak istedikleri patentin zaten var olduğu gerçeği çıkar. Tesadüf o ki, Iraklı doktor da zakkumdan bir ekstre yapmıştır. Firma Iraklı doktoru bırakıp derhal Dr. Ziya Özel ile irtibata geçer ve Özel’i ABD’ye çağırır. 1996 yılında Ziya Özel Amerika’ya yerleşir. Firma Teksas’ın San Antonio kentinde Özel’in adına Ozelle Pharmaceuticals isimli bir araştırma şirketi kurar ve Anvirzel’in tüm haklarını Özel’e 400’de 1 hisse vererek satın alır. İşte Ziya Özel’in Amerika macerası da böylece başlamış olur. ABD Gıda ve İlaç Dairesi FDA onayıyla çalışmalar başlatılır. Türkiye’de yetişen zakkumların bölge koşullarına benzer koşullar taşıyan bir bölge saptanarak buraya zakkum çiftlikleri kurulur. Bölge bir tür karantina sahası ilan edilir. Civarında her tür kimyasal ilaçlama yasaklanır. Beklenmedik bir doğa olayı etkisinin taşıyacağı yabancı maddelere karşı, bitkilerin kökleri bile naylonla çevrilir. Bitkiler yetiştikten sonra deneylere başlanır. Zakkum terkibinin içerisinden 61 ayrı madde üretilir.

ABD üniversiteleri zakkumu araştırıyor

Nisan 2000’de FDA’in, ilacın Faz 1 çalışmalarını onaylamasıyla Texas Üniversitesi M.D Anderson Kanser Merkezi’nde, Cleveland Kanser Kliniği’nde, Los Angeles Irvine Üniversitesi’nde, Drew Üniversitesi’nde ve Memorial Sloan-Kettering Kanser Merkezi’nde Ziya Özel’in zakkum ekstresi üzerine pek çok çalışma yapıldı. Faz 1 çalışmalarını Cleveland Kanser Kliniği'nde yürüten Dr. Ronald Buckowski’nin araştırma sonuçları, zakkumun bağışıklık sistemini güçlendirdiğini gösterdi ve Amerikan Klinik Onkoloji Cemiyeti'nin (ASCO) 2001’de düzenlediği konferansta açıklandı. Faz 2 çalışmaları ise sürüyor (bir ilacın kabul görüp piyasaya sürülebilmesi için her biri en az birkaç yıl süren ve dört fazdan oluşan araştırmalar yapılır).


Zakkumu İrlanda ve Honduras kullanıyor
Ancak dünyada birkaç yerde zakkum ekstresi şimdiden ilaç olarak kullanılıyor, yasal yollardan eczanelerde satılıyor. Merkezi Ontario, Kanada’da bulunan Phoenix Biotech adlı bir firma zakkum ekstresi üretiyor ve kanser, AIDS, Hepatit C gibi bağışıklık sistemi hastalıklarını 8 yıldır Salud İntegral adlı Honduras’ta kurulan bir klinikte tedavi ediyor. Firma, zakkum ekstrelerini kendisi üretmeye başlamadan önce Ozelle Pharmaceuticals’dan temin ediyormuş. Kliniğe özellikle Amerikalı hastalar rağbet ediyor. İlaç Honduras’ta eczanelerde de satılıyor. Arkansaslı Shimoda Atlantic Oncology Biosciences adlı firma da Xenavex adı altında bir zakkum ekstresi üretiyor. İrlanda’da ise Ziya Özel’in zakkum ekstresi olan Anvirzel bağışıklık sistemi güçlendirici ilaç olarak eczanelerde satılıyor. Üstelik Ziya Özel İrlanda Tıp Birliği şeref üyesi ilan edilmiş. “Ama Türkiye’de mesleğinin 50. yılını dolduran hekimlere verilen Türk Tabipler Birliği plaketini bile bana layık görmediler” diyor. Devrim Arabaları filminde Selçuk Yöntem’in (Latif) o hepimize çok ağır gelen repliğini tekrar etmek istiyorum: “Bu ülkede hiçbir başarı cezasız kalmaz evlat!”

Not: Zakkum çok zehirli bir bitkidir, içinde oleandrin adı verilen öldürücü glikozitler bulunur. Kaynatıp içmeye kalkmayınız!

Fotoğrafaltı: Bugün 82 yaşında olan Dr. Ziya Özel artık daha fazla hasta bakamayacağını söyleyerek “Benim her hastaya yetişmem imkansız. Hasta bakmak istemiyorum” diyor ve yaz tatillerini geçirmek için eşi Zerrin hanımla birlikte gittiği Marmaris Armutalan’daki evinin kapısına dayanmadıkça hiçbir hastayla irtibata da geçmiyor.

29 Haziran 2009 Pazartesi

Hastalığınız hassaslığınız: GIDA ALERJİSİ TESTİ

Hastalıkların nedeni yediklerimizde olabilir. Tıp diline yeni giren gıda hassasiyeti yani gizli gıda allerjisi, faydalı yiyeceklerin bile kronik hastalıklara yol açabileceğini ortaya koyuyor.

HASTALIĞINIZ HASSASLIĞINIZDA

ÜRÜN DİRİER, urund@aktuel.com.tr

Dikkat! Yedikleriniz sizi hasta edebilir. Nörolojik, dermatolojik, psikolojik sorunlarınızın, eklem ağrılarınızın, kilo, solunum yolları ve mide problemlerinizin, kısaca hastalıklarınızın nedeni yedikleriniz olabilir. Tıp diline yeni giren ‘food intolerance’ yani gıda hassasiyeti kavramı birçok hastalığın sebebinin gizli allerji olduğunu ortaya koydu. Buna göre vücudumuz bilinen allerjik reaksiyonlarda olduğu gibi, kaşıntı, döküntü, kabarma, halsizlik, hasta hissetme, kusma gibi tepkileri hemen vermiyor. Vücut aradan saatler geçtikten, hatta bir iki gün sonra bile gıdaya tepki gösterebiliyor. Bu tepkiler şişkinlik, kusma, ishal, kabarma ve mide krampları gibi bilinen allerjik belirtiler olabileceği gibi başağrısı, migren, sinüzit, uyuşukluk, bitkinlik, ülser, ekzama, vitiligo, depresyon, panik atak, korku, astım hatta obezite gibi kalıcı tepkiler de olabiliyor. Kişi bu geç tepkinin sebebini anlayamadığı için aynı gıdadan almaya devam ediyor. Sonuç: Kronik hastalık!

Merak etmeyin, hassasiyet testi var!

Dünyanın yeni tanıştığı bir kavram olduğu için gıda hassasiyeti testi henüz yaygınlaşmış bir şey değil ve çok pahalı. Türkiye’de de Kalamış’ta bir klinikte yapılıyor. Klinik, merkezi İspanya’da olan ve dünyanın birçok yerinde şubesi bulunan Sabater laboratuarıyla ortaklaşa çalışıyor. Gıda hasassiyeti testini 4 yıldır yaptıklarını söyleyen Kalamış Medikal’in kurucularından Dr. Hande Bozatlı, bu yeni keşfedilen hassasiyet türünün allerjiden farklı olduğunu ama belirtileri nedeniyle birbirleriyle çok karıştırıldığını söyleyerek şu açıklamayı yapıyor: “Bildiğimiz allerjik reaksiyonlarda gıdayı yabancı madde olarak tanımlayan vücut antikor geliştirir ve İmmün Globin E salgılar. Bunun üzerine kişi kaşıntı, kabarma, döküntü dökme ve kusma gibi rahatsızlıklar yaşar ve tüm bunlar genelde yarım saat içinde olur. Ama gıda hassasiyetinde vücut İmmün Globin E yerine İmmün Globin G salgılar ve bu hemen reaksiyona sebep olmaz. Vücut tepkisini 2-48 saat içinde gösterebilir.”

Yediklerinizi deneyin!

Gıda hassasiyet testi hastanın sebze, meyve, et, ot, baklagil, tahıl, balık, kuruyemiş ve kabuklu deniz ürünlerinden tek tek hangisine ne kadar hasassiyeti olduğunu ortaya çıkarıyor. Ancak testin şu anki fiyatı 500 euro. Gelişmiş ülkelerde de çok ucuz değil bu testi yaptırmak. Bu nedenle birçok doktor hassasiyet ölçme cetvelleriyle hastalarına yardım etmeye çalışıyor. Bu programlarda kişiye önce hastalıklarına sebep olabilecek besin grupları öğretiliyor. Ardından da hasta bu gıdaları yedikten sonra en az bir gün boyunca vücudunun verdiği tepkileri kontrol ediyor. Örneğin süt içtikten sonraki saatlerde mide krampları nüksederse beslenmesinden sütü çıkarıyor ve iyileşip iyileşmediğini gözlemliyor. Bu şekilde hassasiyetlerini tek tek deneme yanılma yoluyla çözebiliyor.

Akdenizliler doğuştan süte karşı hassas

Dr. Bozatlı, gıda hassasiyetinin bir nedeninin de enzim yetersizliği olduğunu söylüyor. Bu genetik bir durum. Örneğin kişi doğuştan bir şeker türü olan ve sütte bulunan laktozu parçalayacak enzimlere sahip olmayabiliyor. Bu nedenle laktoz emilemiyor ve yabancı madde olarak vücudu rahatsız ederek hastalıklara sebebiyet veriyor. Bir diğer enzim eksikliği ise aldehit dehidrojenaz. Bu enzim de alkolü parçalamak için kullanılıyor ve eksikliği durumunda alkol alan kişi çok az miktarda bile alsa kendini rahatsız hissediyor. Kuzey ve Batı Avrupalılar’da laktoz hassasiyeti yüzde 15 gibi bir oranda görülürken, Afrikalılar, Asyalılar, Amerikan yerlileri ve Akdeniz insanında yüzde 70-90 gibi ciddi bir oranda görülüyor. Bebekler yüksek oranda laktozla doğdukları için hassasiyet genelde 2 yaşından sonra, yani laktozu parçalayan enzimlerin azalmaya başlamasından sonra ortaya çıkıyor. Alkol hassasiyeti ise Asyalılarda yüzde 50 oranında görünüyor. En önemli belirtisi deride kızarıklık olan alkol hassasiyeti, kusma, başağrısı, çarpıntı ve bayılmalara da neden oluyor.

İlaçlar işe yaramıyorsa dikkat!

Gıda hassasiyetine yol açtığı bilinen belli başlı gıdalar ise süt, yumurta, kabuklu yemişler, kabuklu deniz ürünleri, balık, un, çikolata, gıda boyaları, domuz eti, tavuk, domates, çeşitli meyveler, peynir ve maya. Bozatlı’nın belirttiğine göre Türk insanının genetik olarak en çok hasassiyet gösterdiği gıdalar ise soya, beyaz un, kola, süt ve hardal.. Özellikle dirençli hastalıklarda muhakkak gıda hassasiyetinden şüphelenilmesi gerektiğini söyleyen Bozatlı, “Herkes hastalanabilir ama hastalığı hiçbir ilaç tedavisine yanıt vermiyorsa mutlaka bir veya birkaç gıdaya karşı hasassiyeti olduğunu düşünürüz. Zaten yurtdışında yapılan araştırmalar herkesin en az bir gıdaya karşı hassas olduğunu gösteriyor.” diyor. Ancak hassasiyet eşiği kişiden kişiye değişiyor. Örneğin bir kişinin hassasiyeti 100 gram domateste bile kendini gösterirken bir diğerininki yarım kilodan sonra ortaya çıkabiliyor.

Dr. Bozatlı, gıda hassasiyet testiyle tedavi ettiği bir hastasını şöyle anlatıyor: “Sivilce problemi yaşayan ikiz hastalarım vardı. Birini tedavi edebildim ama diğeri hiçbir tedaviye olumlu yanıt vermedi.En sonunda bu testi yaptık ve beyaz un, mercimek ve mısır yağı gibi birkaç gıdaya karşı hassasiyeti olduğunu ortaya çıkardık. Bu gıdalardan uzak bir beslenme programı ile 2 ay içinde hastanın sivilce problemi ortadan kalktı.” Bozatlı’nın verdiği diğer örneklerse şöyle: “Eşi bir ilaç firmasının genel müdürü olan bir hastam vardı, ciddi ekzama problemi yaşıyordu, yıllarca ilaç kullanmış ama hiçbir işine yaramamıştı, test sonucuna göre hassasiyet gösterdiği gıdalardan uzak bir beslenme şekliyle 3 ay içinde tamamen iyileşti. Yıllarca ülserden çok sıkıntı çekmiş başka bir hastam da 2 ay içinde hassasiyet gösterdiği gıdalardan uzak durarak iyileşti.”

Bedenimiz makine gibi

Gıda hassasiyeti, kilo alımı, kilo kaybetme, karın ağrısı, kabızlık, ishal, şişkinlik, mide krampları, kusma, barsak sendromları, akne, ekzama, sedef hastalığı, kaşıntı, cilt problemleri, ürtiker, vitiligo, çeşitli baş ağrıları, migren, baş dönmesi, astım, solunum zorluğu, burun iltihabı, sinüzit, korku, dikkatsizlik, uyuşukluk, depresyon, panik atak, halsizlik, hiper aktiflik, zihinsel uyuşukluk, eklem ağrıları, eklemlerde şişlik ve fibromiyalji gibi onlarca hastalığın sebebi olabiliyor. “Bedenimizi bir makine gibi düşünün” diyen Bozatlı, bu makinenin kendisine uygun olmayan parçaları aldığında doğal olarak bozulacağını ve bunun bir şekilde kendini göstereceğini söylüyor. Yapılan araştırmalara göre dünyada yüzde 75 insanın laktoz, yüzde 33’ünün maya, yüzde 15’inin gluten, yüzde 30’unun ise şeker ve fruktoza karşı hassasiyeti olduğunu gösteriyor. Bildiğimiz gıda allerjileri ise yaklaşık olarak yüzde 3 insanda görülüyor. Ancak allerjiler gizli olmadıkları, ani reaksiyonlara yol açtıkları için ani şoklar sonucu ölüme sebebiyet verebiliyor. Gıda hassasiyeti ise Bozatlı’nın deyimiyle “Aniden öldürmüyor, süründürüyor.” Yani çeşitli hastalıklara yol açarak yaşam kalitesini düşürüyor.

Kilolarınızın nedeni çok yemek olmayabilir!

Obezitenin de başlıca nedeninin gıda hassasiyeti olduğuna değinen Bozatlı: “Kişi vücudunun parçalayamayacağı bir gıdayı alıyor ve gıda parçalanamadığı için barsaklarda uzun süre kalıyor. Bu süre de gıdadaki yağın daha çok emilip depolanmasına fırsat tanıyor. Sonuçta da hasta çok yemek yemese bile durmadan kilo alıyor. Örneğin kilo almamak için bazıları diyet kola içer, halbuki kişi kolaya antikor üretiyorsa, hassasiyeti varsa o kola ona kilo aldırır.”

Vücudumuz 4 ana besin grubuna karşı duyarlılık gösetriyor. Süt ürünleri, gluten, fruktoz ve maya...

Süt ürünleri: Süt ve süt ürünlerine olan hassasiyet karın ve mide problemlerine, obeziteye yol açabiliyor. Laktozsuz süt içilmesi öneriliyor. Laktoz hassasiyeti, ishal, gaz, sindirim zorluğu, bulantı gibi reaksiyonlarla kendisini belli ediyor. Sütte bulunan casein ise kaşıntı, ekzama, kurdeşen, astım, mide problemleri ve solunum problemlerine yol açıyor.

Gluten: Gluten hassasiyeti genel olarak çölyak hastalığı olarak biliniyor ve yapılan gluten testleri yalnızca yüzde 0.5’lik bir kesimde görülen çölyak hastalığını ortaya çıkarıyor. Geri kalan gluten hassasiyetleri ise bu nedenle gözden kaçırılıyor. Gluten buğday, çavdar, arpa ve yulafta bulunuyor. Dolayısıyla ekmek, kek, pizza, hazır gıdalar, kahvaltılıklar ve makarna tehlike arzediyor. Çok karmaşık yapıda bir protein olduğu için gluten pek çok insanda parçalanamıyor ve ülser, başağrısı, kilo alımı, kaybı, zayıf bağışıklık sistemi, romatizmal artrit, diyabet, otoimmün tiroid, barsak kanseri ve cilt hastalıklarına yol açıyor. Gaz, ishal ve şişkinlik ile kendisini belli ediyor. Çocuk düşürmeye, kısırlığa ve anemiye de yol açtığı biliniyor. Avrupa ve Angloçeltik ırklarında daha sık görülüyor.

Fruktoz: Hazır gıda ve meşrubatlarda, şekerde, çok şekerli meyvelerde ve şekerli kuru gıdalarda çokça bulunuyor. Barsak ve mide problemlerine yol açıyor. Depresyon ve anemiye, tırnak, saç ve derinin zayıf olmasına neden oluyor. Yaşlılıkta osteoropoza sebebiyet veriyor. Gaz, ishal, şişkinlik ve demir gibi değerlerin eksik olması ile kendini belli ediyor.

Maya: Mantar, mide hastalıkları, sinirlilik, bağışıklık sistemi zayıflığı, uyuşukluk, başağrısı, nefes zorluğu, vajina, kulak ve boğaz enfeksiyonlarına yol açıyor. Durduk yere özellikle bacaklarını sallayan insanlarda maya hassasiyeti çokça görülüyor. Hamilelik, hormon hapları ve doğum kontrol hapları ile de maya hassasiyeti artıyor.

Hastalığınızdan hassasiyetinize ulaşın….

Genel Semptomlar Semptom Türü Gluten Süt Ürünleri Fruktoz/Şeker Maya


Dengesiz kilo alımı-verimi Vücut Ağırlığı * * * *

Kilo Kaybı Vücut Ağırlığı * - * *

Karın Ağrısı Mide-Barsak * * * *

Şişkinlik Mide-Barsak * * * *

Barsak Düzensizliği Mide-Barsak * * * *

Kalın Barsak İltihabı Mide-Barsak * * * *

Kabızlık Mide-Barsak * * * *

İshal Mide-Barsak * * * *

Gaz Mide-Barsak * * * *

Hemoroid Mide-Barsak * * * *

Hazımsızlık Mide-Barsak * * * *

Barsak İltihabı Mide-Barsak * * * *

Bulantı Mide-Barsak - * * -

Mide Krampı Mide-Barsak * * * -

Kusma Mide-Barsak - * * -

Uyuşukluk Genel * * * *

Aşırı İştah Genel * * * *

Enfeksiyon Hassasiyeti Genel * * - *

Uyuklama Genel * * * *

Ağız Ülseri Genel * * - *

Dokusal Şişkinlikler Genel * * - *

Maya Enfeksiyonu Genel - - - *

Kısırlık Genital-Üriner * - - *

Adet Düzensizliği Genital-Üriner * - - *

Düşük Genital-Üriner * - - -

Üriner Enfeksiyonlar Genital-Üriner * * - *

Vajinada Akıntı ve Kaşıntı Genital-Üriner - - - *

Cinsil bölgede mantar Genital-Üriner - - - *

Vajinal Enfeksiyon Genital-Üriner - - - *

Anemi Emilim * * * *

Çocukta gelişim bozukluğu Emilim * - - -

Demir Eksikliği Emilim * * * -

Mineral Eksikliği Emilim * * * *

Artrit Kas-Kemik * * - *

Kemik Yoğunluğu Kaybı Kas-Kemik * * * -

Eklem Ağrıları ve Şişlikleri Kas-Kemik * * - *

Kas Ağrıları Kas-Kemik * * - *

Boyun Ağrısı Kas-Kemik * * - -

Romatizmal Ağrılar Kas-Kemik * * - *

Anksiyete, Panik Atak Nörolojik - - - *

Otizm Nörolojik * - - -

Davranış Problemleri Nörolojik * - * *

Bulanık Görme Nörolojik - - - *

Konsantrasyon Zorluğu Nörolojik - - * *

Depresyon Nörolojik * - * *

Baş Dönmesi, Koordine ZorluğuNörolojik - - - *

Baş Ağrısı Nörolojik * * - *

Hiperaktivite Nörolojik - - * *

Sinirlilik Nörolojik - - * *

Öğrenme Güçlüğü Nörolojik * - - *

Akıl Karışıklığı Nörolojik * - - *

Migren Nörolojik * * - *

Hafıza Zayıflığı Nörolojik * - - *

Uykusuzluk Nörolojik - - - *

Astım Solunum * * - *

Nefes Darlığı Solunum * * - *

Kronik Bronşit Solunum * * - *

Öksürük Solunum * * - *

Kulak İltihabı Solunum * * - *

Burun Kaşıntısı Solunum * * - -

Geniz Tıkanıklığı Solunum * * - *

Geniz Akıntısı Solunum * * - -

Burun İltihabı Solunum * * - -

Burun Akıntısı Solunum * * - -

Kimyasallara Hassasiye Solunum * * - *

Sinüzit Solunum * * - *

Hapşırma Solunum * * - -

Boğaz Ağrısı Solunum - - - *

Boğaz Enfeksiyonu Solunum - - - *

Hırıltı Solunum * * - *

Ayak mantarı Deri - - - *

Dermatitis Herpetiformis Deri * - - -

Ekzama Deri * * - *

Tırnak Mantarı Deri * * - *

Cilt Mantanı Deri * * - *

Kurdeşen Deri * * - *

Kaşıntılı Su Toplaması Deri * * - *

Kaşıntı Deri - - - *

Sedef Deri * * - *

Kırmızı Noktalar Deri * * - *

Kellik Deri * * - *


Şemanın Kullanımı: Öncelikle Genel Semptomlar bölümünden bütün rahatsızlıklarınızın tek tek üzerini işaretleyin. Hastalıkların karşısına denk gelen yıldız işaretlerinin bağlı olduğu sütunlar hastalığa sebep olabilecek besin gruplarını gösterir. En çok hangi sütundan yıldız işaretiniz varsa o besin grubundan bir veya birkaç yiyeceğe karşı hassasiyetiniz olduğunu düşünebilirsiniz. Örneğin en çok gluten grubundan yıldızınız varsa, arpa, buğday, çavdar veya yulaf içerikli bir yiyecek yedikten sonra vücudunuzun verdiği olumsuz tepkileri ilerleyen saatler içinde takip edin. Örneğin vücudunuz arpaya olumsuz tepki gösteriyorsa bir süre beslenmenizden bu gıdayı çıkarın. Eğer rahatsızlığınız bu süre zarfında hiç nüksetmediyse, arpaya olan hassasiyetinizden emin olmak için tekrar arpa içeren bir gıda alın. Rahatsızlığınız geri dönüyorsa, arpaya karşı hassasiyetiniz olabilir.

Karıncalar deprem öncesi 'kuvars çarpması'ndan ölüyor

KARINCALARI DEPREM ÖNCESİ ÖLDÜREN ŞEY, KUVARS KRİSTALLERİNDEKİ ELEKTRON FIŞKIRMALARI OLABİLİR!


Karıncalara ve bulutlara dikkat!

Evinde 24 karınca kolonisi kuran öğretmen Kadir Sütçü, depremleri önceden tahmin ediyor. Karıncaların yuvadan kaçma, sağa sola devrilme, ateş üzerindeymiş gibi yürüme, yol şaşırma, kasılma, havale geçirme gibi davranış bozukluklarıyla ve sebepsiz ölümleriyle İstanbul’da deprem olup olmayacağını ve depremin şiddetini tahmin eden Sütçü, her ile koloni takip merkezi kurulması gerektiğini vurguluyor ve iddia ediyor; “Deprem önceden bilinebilir!”

ÜRÜN DİRİER, urun.dirier@aktuel.com.tr


Olası bir İstanbul depremini tahmin etmek için evinde 24 karınca kolonisi kurmasıyla basına yansıyan öğretmen Kadir Sütçü, şimdi de uydu fotoğraflarından deprem tahmini yapıyor. 1 Temmuz 2007 tarihinden beri her gün web sitesinde karıncalardan yola çıkarak yaptığı deprem tahminlerini yayınlayan Sütçü, iki aydır da uydudan deprem bulutlarını takip ederek tahminlerde bulunuyor. Biz de bir haftalığına bu tahminlerinin tutup tutmadığını takip ettik. Antalya, Bilecik, Çin, Sumatra ve Ege Denizi için yaptığı tahminlerin hepsi gerçekleşti.

Basında ‘karıncalarla depremi bilen adam’ olarak tanınan ve İstanbul Sarıyer İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü’nde Eğitici Bilişim Teknolojileri Formatör Öğretmeni olarak görev yapan Sütçü, karıncaların deprem öncesi gösterdiği 15 rutin hareket olduğunu ve bu hareketlere göre depremin şiddetinin tahmin edilebileceğini söylüyor. 11 Kasım 1999 tarihinden bu yana, altı saat aralıklarla karıncalarını gözlemleyen ve durumlarını not eden Sütçü, Tokat Gaziosmanpaşa Ziraat Fakültesi ve Marmara Üniversitesi Eğitim Fakültesi mezunu. Baltalimanı’ndaki evinde ziyaret ettiğimiz Sütçü, bize çalışmalarını, tahmin yöntemlerini ve deprem tahmini yapmaya nasıl başladığını anlattı. Sütçü’nün hikayesi bir erik ağacı ile başlıyor:

“11 Kasım 1999 günü bahçemde gezerken, karıncaların yuvalarından kaçıp erik ağacının gövdesine dolandıklarını gördüm. Ziraatçı olduğum için dikkatimi çekti tabii. Ertesi gün 12 Kasım’da Düzce depremi oldu. O günden sonra gözümü karıncalardan ayırmamaya karar verdim. Yarısı bahçemde, yarısı evde ve her birinde biner marangoz karınca olmak üzere 24 kolonim var. Dokuz yıldır Kandilli Rasathanesi’nin deprem kayıtlarıyla karıncalarımın hareketlerini karşılaştırıyorum. Depremden birkaç gün önce sıradışı davranışlarda bulunduklarını tespit ettim.”

Karıncaların 15 kritik hareketi!

Peki Kadir Sütçü’nün mikroskop yardımıyla incelediği bu karınca hareketleri neler?
Karıncaların ilk sıra dışı hareketi elbette yuvadan dışarı çıkmaları. Ardından düşme, sağa sola devrilme, ateş üzerindeymiş gibi yürüme, yol şaşırma, dağınık yürüme, yuva ağzında kümeleşme, kasılma, uyuşukluk ve havale geçirme hareketleri geliyor. Bu hareketler, 4.0 şiddetine kadar olan önemsiz bir depreme işaret ediyor. 4.0 ile 5.0 arası depremlerin öncesinde ise saydığımız tüm sıradışı davranışların yanı sıra, sebepsiz yere her koloniden yüzde 20-30 civarında karınca ölüyor. 5.0 ile 6.0 şiddet aralığındaki depremlerden önce de sıradışı davranışlara yüzde 40-50 oranında ölüm ekleniyor. Depremin şiddeti 7.0’a vuruyorsa bu oran yüzde 60’ı buluyor. 7.0 üzeri depremlerden önce ise kolonilerdeki karıncaların yüzde 80’i nedensizce ölüyor. Bu toplu ölümden önce yıldız şeklinde bir küme oluşturan karıncalar ölüme de hep birlikte gidiyor. Sütçü, karıncaların depremden önce yeraltından gelen elektromanyetik dalgalanmalardan rahatsız olarak bu tür sıradışı davranışlarda bulunduklarını ve öldüklerini söylüyor.

Karıncaları kuvars çarpıyor

Bu oldukça akla yatkın duruyor. Üstelik bilimsel desteği de var. Kocaeli Üniversitesi Jeofizik Mühendisliği bölümünden emekli öğretim üyesi Prof. Dr. Uğur Kaynak’ın www.sismikaktivite.org adresinde yayımlanan “Üç deprem bulutu” başlıklı makalesinde, Sütçü’nün “elektromanyetik dalgalanma” dediği durum şöyle anlatılıyor: “Deprem yaklaştığında gerilen, sıkıştırılan ve bükülen kayaların içerisindeki SİO2 bileşimli kristaller, moleküllerindeki silisyum atomlarının elektron yörüngelerinden, atomların dışına çok miktarlarda elektron fışkırtırlar.” İşte buna, yani kristal yapıdaki cisimlerin kendilerine dışarıdan uygulanan basınç miktarı ile orantılı olarak elektrik üretme özelliğine “piezoelektrik” olay deniyor. SİO2’nin saf hali olan ve yeryüzünde fazlaca bulunan “kuvars” kristali, fay hatlarında “piezoelektrik” olaya sebep oluyor. Prof. Dr. Uğur Kaynak, makalesinde bu durumu kolay anlaşılabilmesi için şöyle açıklamış:

Çakar çakmaz çakan çakmak

“Piezoelektrik olayın en güzel uygulaması, ilk geldiğinde ‘çakar çakmaz çakan çakmak’ diye reklamı yapılan ‘manyetolu çakmaklar’da görülebilir. Ancak bu tertibata Türkiye’de yanlışlıkla manyetolu çakmak adı verilmiştir. Dikkat ederseniz çakmağın içerisinde
döndürülen bir manyeto olmayıp, onun yerine, tepesine küçük bir çekiçle vurulan bir kuvars kristali vardır. Minicik bir çakmak içerisindeki minicik bir kuvars kristali, parmağınızdan aldığı mekanik enerji ile, yaklaşık 15 000 - 20 000 (on beş-yirmi bin) Volt’luk bir elektrik yükü atlaması (şerare) oluşturduğuna göre, varın siz küçücük bir fay zonundaki milyarlarca ton kuvars kristali eğilip büküldüğünde, ne kadar elektron fışkırtır hesap edin. Kısacası, levhaların hareketi dolayısı ile gerilim altında kalan deprem odaklarındaki (fay zonlarındaki) kayaç gerginliği dayanılmaz düzeylere çıktığında, yani depreme az bir zaman kala, hem magnetik hem de elektrostatik enerji salımları olur.”

Karıncalar Gönen depremini bilmişti

Kadir Sütçü’nün karıncaların rahatsızlanmasına ve ölmesine sebep olduğunu söylediği “elektromanyetik dalgalanma”, Prof. Dr. Uğur Kaynak’ın söz ettiği “piezoelektrik olay” olabilir. Yani karıncalar basit bir dille “yüksek gerilim hattı”na tutulduklarından dolayı ölüyor olabilirler. Karıncaların bu olayı depremden birkaç gün önce hissetmeleri, hareketlerini takip ederek depremden korunmamıza da yardımcı olabilir. Kadir Sütçü’nün karıncalarıyla önceden tahminde bulunduğu ve beş saat öncesinden basına mail atarak haber verdiği en etkili deprem, 10 Haziran’da Balıkesir Gönen’de gerçekleşen ve İstanbul’da da hissedilen 4.9 büyüklüğündeki deprem.

Uydudan deprem bulutlarını da izliyor

Kadir Sütçü, karıncaların yanı sıra bir yıldır da uydudan bulut fotoğraflarını takip ederek çeşitli ülkeler için deprem tahminlerinde bulunuyor. Uydudan veya çıplak gözle görülen ince uzun bulutların deprem habercisi olduğunu söyleyen Sütçü, günlük olarak sitesine tahminlerini yazıyor. Bu tahminler üç-beş gün içinde genellikle tutuyor. Buna bizim de şahit olduğumuzu söylememiz bu noktada yanlış olmaz. Kendisiyle röportaj yaptığımız gün (24 Aralık) , Antalya ve Balıkesir civarında küçük şiddette depremler olacağını söylemişti. Ertesi gün Antalya’da ve Bilecik’te deprem olduğunu Kandilli Rasathanesi’nin web sitesinden gördük. Sütçü bu görüşmemiz sırasında yurtdışına yönelik olarak da bir tahminde bulunmuş, bir gün önce farkına vardığı Hindistan’dan Çin’e kadar uzanan ince bulutu uydu görüntüsü üzerinden bize de göstererek, Çin’de 4.0-5.0 şiddetinde bir deprem olacağını iddia etmişti. İki gün sonra 26 Aralık’ta gerçekten de Çin ve Pakistan’da iddia ettiği şiddet aralıklarında iki deprem gerçekleşti. 27 Aralık tarihinde de Endonezya, Sumatra’da 5.5-6.5 şiddetinde deprem olacağını söylemişti ki, 30 Aralık’ta Sumatra’nın kuzeyinde 5.9 şiddetinde bir deprem meydana geldi. Sütçü’nün 28 Aralık’ta Ege denizi açıklarında ve Yunanistan’da 4.0’dan büyük bir deprem olacağı tahmini ise, hemen ertesi gün Ege denizinde gerçekleşen 5.2 büyüklüğündeki deprem ile gerçekleşmiş oldu. Merak edenler www.dkos.org adresinden Sütçü’nün günlük tahminlerini okuyup, bu tahminlerin gerçekleşip gerçekleşmediğini takip edebilir. Bilim adamları da yıllardır uydu fotoğraflarından ve gözle takip edilebilen alçak bulutlardan deprem tahmini yapabilme konusunda çalışıyor. NASA ve DEMETER projesi tarafından desteklenen İngiltere Meteodeprem Araştırma Merkezi Başkanı Ronald Karel, deprem bulutları üzerine çalışan en tanınmış isimlerden. Prof. Dr. Uğur Kaynak’ın “Üç deprem bulutu” başlıklı makalesinde de bu ince ve uzun deprem bulutlarına “piezoelektrik olay” denen elektron fışkırmalarının sebep olduğu anlatılıyor.

“Her ile koloni takip merkezi kurulmalı”

Kadir Sütçü, 1 Aralık 2008 tarihinde karıncalar ve bulutlar üzerine yaptığı çalışmalarını Sarıyer İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü’ne verdi. İlçe tarafından İl Milli Eğitim Müdürlüğü’ne, oradan da Milli Eğitim Bakanlığı Projeler Kurulu’na gönderilen çalışmalar, eğer uygun görülürse başbakanlığa ve cumhurbaşkanlığına iletilecek. Kadir Sütçü, eğer görevlendirilirse seve seve çalışmalarına devam edeceğini söylüyor ve her ile karınca kolonisi takip merkezleri kurulması gerektiğini belirtiyor.

KATİL EKMEK ÇIKTI

Batı hapishane kapasitelerini ‘suç diyeti’ ile düşürmeye çalışıyor.

KATİL EKMEK ÇIKTI

Bilim dünyası suça yeni bir tanım getirdi. Yapılan araştırmalar saldırganlık ile beslenme alışkanlıkları arasında ciddi bir bağlantı olduğunu ortaya koydu. Deneylerle beyin işlevleri için gerekli besin değerlerinin alınmamasının akıl sağlığını bozacağı ıspatlandı. Beyaz ekmek ve şekerin ise bir numaralı katil besini olduğu ortaya çıktı.

ÜRÜN DİRİER, urund@aktuel.com.tr

“Biri yer biri bakar kıyamet ondan kopar” demiş atalarımız.. Meğer hakları varmış.. Yapılan son bilimsel araştırmalar suç oranı ile beslenme alışkanlıkları arasında ciddi bir bağlantı olduğunu ortaya koydu. Çoğu azılı katiller olmak üzere şiddet suçluları üzerinde yapılan tahliller, bu kişilerde B12, B6 vitaminleri, Omega 3, Omega 6, demir, çinko ve magnezyum gibi değerlerin eksik olduğunu gösterdi. Beyaz un, şeker, fast food, meşrubat ve kek, cips, hazır çorba gibi katkı maddesi içeren gıdalarla beslendikleri için de çoğunda hipoglisemi olduğu saptandı. Bilim adamlarına göre saldırgan davranışlara yol açabilen ve kandaki şeker dengesizliği olarak tanımlanan hipogliseminin en önemli tetikleyicileri sofralarımızdaki beyaz ekmek ve şeker.

Uzmanlar, bu iki tehlikeli beyazın sürekli olarak adrenalin salgılanmasına ve magnezyum düzeyinin düşmesine yol açarak, çocuklukta hiperaktivite ile başlayan ileride cinayetle sonuçlanabilen saldırgan davranışlara sebebiyet verdiği görüşünde. Buna karşın tam buğday unundan yapılmış ekmek içeriğindeki B vitaminleri sayesinde beyin fonksiyonlarını geliştirerek zekayı arttırıyor. Omega 3’ün fazlaca bulunduğu somon, ton ve uskumru gibi balıklar da depresyona engel olarak dengesiz davranışları ve intiharları engelliyor.

Beyin işlevlerinin düzgün bir şekilde yerine getirilebilmesi ve beyin hücreleri arasındaki iletimin sağlıklı olarak gerçekleşebilmesi için ihtiyaç duyulan başlıca vitamin, mineral ve yağ asitlerinin alınamaması, bilim adamlarına göre direk olarak akıl sağlığımızı etkiliyor. Çünkü beyin vücut enerjisinin yüzde 20’sini kullanıyor ve beslenmedeki yetersizliklerden doğal olarak en çok etkilenen organ oluyor. Amerika ve Avrupa’daki bir çok üniversitede son yıllarda yapılan ‘suç ve beslenme’ deneyleri de bu tezi doğruluyor. Hapishanelerde ve yoğun olarak suçla mücadele eden okullarda yapılan deneyler, vücudundaki eksik değerleri giderecek gıdalarla beslenen mahkum ve öğrencilerin saldırgan davranışlardan uzaklaştığını gösteriyor.

KATİLLER VE HİPERAKTİFLER MAGNEZYUM YOKSUNU

İTÜ Gıda Mühendisliği bölümünden Doç. Dr. Huriye Wetherilt de beyaz ekmek, şeker, fast food ve karbonhidratlı gıdalarla saldırganlık arasında doğru bir orantı olduğunu belirtiyor. 13 yıl TÜBİTAK Gıda bölümünde araştırmacı olarak çalışan ve aynı zamanda beslenme uzmanı da olan Wetherilt, sözü geçen gıdaların nasıl şiddete dönüştüğünü ise şu şekilde anlatıyor: “Bu tip gıdalar kandaki şekerin hızla artmasına sonra da aynı hızla düşmesine sebep olurlar. Buna hipoglisemi denir ve saldırgan davranışlara yol açar. Örneğin bir kişi beyaz ekmek yediği zaman kan şekeri hızla artar. Bunun üzerine kan, bu şekeri hücrelere dağıtmaya çıkar, kurye olarak da insülin hormonunu kullanır. Ancak hücre, kapasitesi dolduğu zaman kapılarını kapatır. Kan ise şekeri dağıtmakta ısrarlıdır ve sürekli olarak kuryelerin sayısını yani insülin oranını dengesiz bir biçimde arttırır. Baskıya dayanamayan hücreler sonunda kapılarını açıp tüm şekeri kabul ederler. Bu sefer de kan şekeri hızla düşer ve kişi halsizleşir. Kişiyi bu durumdan kurtarmak ve kan şekerini kompanse etmek için adrenalin devreye girer. Ancak bu hormon saldırgan davranışlara yol açar. Adrenalin üretiminde magnezyum kullanılır. Bu nedenle katillerde ve hiperaktif çocuklarda magnezyum değerleri hep düşük çıkar.” Ancak beynin şekere ihtiyacı olduğunu, çünkü enerji olarak glukoz kullandığını da belirten Wetherilt, “Eğer yeterli glukoz sağlanamazsa oksijen kullanımı azalır ve beyin işlevleri hasar görür. Zeka geriliğine yol açan beyaz ekmek ve masa şekeri gibi yiyecekler yerine, tahıl, kurubaklagil ve meyve türü gıdaları tercih etmelisiniz. Bunlar içerdikleri şekeri kana yavaş ve dengeli olarak verirler çünkü.” Diyor.

SERİ KATİLLERİN ÇİNKO DÜZEYİ DÜŞÜK

Wetherilt, hipoglisemi haricinde vücudumuza besinler aracılığıyla geçen ağır metal kalıntılarının da kavga ve cinayet gibi saldırganlıklara yol açabileceğini söyleyerek ekliyor: “Amerika’da yapılan araştırmalarda acıma hissinden yoksun seri katillerin saç analizlerinde yüksek oranda metal kalıntıları bulundu. Buna karşılık çinko düzeyleri ise düşüktü.” Ağır metaller atık suların civarında yaşayan balıklar ile trafiğin yoğun olduğu yol kenarlarında otlayan hayvanların süt ve sakatatlarıyla, oralarda yetiştirilen sebze ve meyvelerle insan vücuduna giriyor. Beyin ve merkezi sinir sistemi için en zararlı maddeler olarak tanımlanan kurşun, cıva ve kadmiyum gibi ağır metaller sadece davranış bozukluğuna değil, zeka geriliğine ve sersemliğe de yol açıyor. Wetherilt’in belirttiğine göre, bazı bitkisel kaynaklı ürünlerin üretim, hasat, işleme ve depolama süreçlerinde oluşabilen küflerin ürettiği mikotoksin adlı zehirler de psikolojik dengesizliklere, panik ataklara ve depresyona neden olabiliyor. Bu zehirler en çok kötü hasat ve depolama koşullarından sonra piyasaya sürülen buğday, mısır gibi tahıllar, fındık, fıstık, ceviz, kestane, incir gibi kuruyemişler ve kırmızı pulbiberde bulunuyor. Boyar madde, aroma vericileri içeren süt ürünleri, hazır pudingler, meşrubat, hazır çorbalar, cips, et ve tavuk suyu tabletleri de depresyona, davranış bozukluklarına ve konsantrasyon bozukluğuna sebebiyet verebiliyor.

GIDA BOYALARI DA KATİL

Beyin hücrelerinin gelişmesi ve normal çalışması için gerekli olan ve sinir hücreleri arası iletişimi sağlayan asetil kolin, glutamat, dopamin, serotonin, norepinefrin gibi kimyasal maddelerin oluşabilmesi için yumurta, et, balık, süt ve yoğurdun son derece önemli olduğunu söyleyen Wetherilt, “Bunlar yerine mercimek, nohut, fasulye gibi gıdalar da tam buğday ekmeği ile birlikte yenirse aynı faydayı sağlar.” Diyor. Beyin hücrelerinin zar tabakası için gerekli olan yağ asitleri ise tahıl tanelerinde, fındık, badem, kurubaklagil ve soya fasulyesinde bulunuyor. Yağ asitlerinin alınmaması beyin hücrelerinin küçülmesine yol açıyor. Demir ve çinko da beyin işlevleri için son derece gerekli iki mineral. Kırmızı et ve balıkta bulunuyor. Tam buğday ekmeği de sinir hücrelerinin iyi çalışmasını sağlayan B vitaminlerini içeriyor. Deniz ürünlerinde bulunan Omega 3 ise beyin gelişimi için hayati önem taşıyor. Bu temel gıdaların eksikliği beyinde aksaklıklara, dolayısıyla da akıl sağlığının bozulmasına yol açıyor. Son noktada da şiddet karşımıza çıkıyor. Besin takviyesi yöntemi ise bilim adamları tarafından suçun engellenebilmesi için en hızlı, kolay ve ucuz yol olarak gösteriliyor. Kriminoloji kitabının yazarı Prof. Timur Demirbaş da Batı’da yeni gelişen bu suç önleme çalışmaları ile ilgili şunları söylüyor: “Amerika’da araştırmalar boya içeren maddelerin de zehirleyici etki yaparak cinayetlere yol açacağını gösteriyor. Çocuk ve gençlerin günlük besinlerinde çokça bulunan boyar maddeler fosfat içeriyor ve fosfat ile fazla beslenmenin suça iteceği ileri sürülüyor.” .

BESİN TAKVİYESİ ŞİDDETİ YOK EDİYOR

Dünyada şiddet suçu oranlarının en yüksek olduğu ülke olan Amerika’da yapılan araştırmalara göre, halkın yüzde 80’inde beyin işlevleri için gerekli olan çinko ve B vitaminleri eksik. Amerika’da psikiyatri servislerinden ulaşılan hiperaktif çocuklar üzerinde yapılan testler de bu çocukların yüzde 74’ünün şeker ve suni gıdalar nedeniyle vücutlarında anormal düzeyde glukoz bulunduğunu ve hipoglisemik olduklarını ortaya koymuş. Yine Amerika’da bir çocuk hapishanesinde 13-17 yaş grubu arasında yapılan testler, çocukların almaları gereken demir oranının yalnızca yüzde 63’ünü, magnezyum oranının yüzde 42’sini, çinko ve vitaminlerin de yüzde 39’unu aldıklarını gösterdi. 3 ay boyunca bu çocuklara eksikliği bulunan mineral, vitamin ve yağ asitlerinden oluşan tabletler verildi. Tedavi sonunda hapishanedeki şiddet olaylarında ve kavgalarda yüzde 80 düşme sağlandı. Finlandiya’daki başka bir araştırma ise suçluların yüzde 68’inde hipoglisemi olduğunu ortaya çıkardı. İngiltere’de Oxford Üniversitesi’nde beslenme ve suç arasındaki bağıntıyı araştırmak üzere kurulan Naturel Justice birimi tarafından yapılan başka bir deney ise azılı katillerin bulunduğu bir hapishanede gerçekleştirildi. 9 ay boyunca mahkumlara vitamin, mineral ve yağ asitlerince zengin yiyecekler verildi. 9 ay sonunda mahkumların yüzde 37’sinde tüm şiddet eğilimi yok olmuş, geri kalan kısmında ise görece azalmıştı. Arizona eyaletinde devamlı kavga, cinayet ve yaralama gibi suçların işlendiği bir okulda yapılan deney de yine diğerleri gibi olumlu sonuç verdi. Bir kenar mahallede bulunan okuldaki öğrencilerin çoğu düzenli bir aile hayatına sahip değildi ve genel olarak pizza, hamburger, donat, kızarmış patates ve kola gibi gıdalarla besleniyorlardı. Okul yemekhanesinde düzenli olarak sağlıklı yiyecekler yedirilen çocukların yüzde 50’si deney sonunda öğretmenlerine karşı daha saygılı, genel olarak daha sakin ve barışçı bir karaktere büründü. California Üniversitesince yapılan bir araştırma da yetersiz ve sağlıksız beslenen çocukların 7 yaşında yüzde 41’inin, 17 yaşına geldiklerinde ise yüzdenin 51’inin saldırganlaştığını ortaya çıkardı. 20 yıldır California, Newyork, Oklahama, Virginia ve Florida hapishanelerinde şiddet ve beslenme üzerine araştırmalar yapan California Üniversitesi’nden Stephen Schoenthaler de şiddetin beslenme yoluyla kesin kes engellenmesinin mümkün olduğunu söylüyor. İskoç Teesside Üniversitesi’nde yapılan araştırmalar da aynı sonuca işaret ediyor: “Saldırganlık beslenme ile yok edilebiliyor!”

ANTİ-KATİL DİYETİ

Oxford Üniversitesi’nin yaptığı deneylerde kullandığı vitamin, mineral, yağ asitleri ve bunların bulunduğu yiyecekleri sizin için hazırladık. Çocuğunuz ve kendi akıl sağlığınız için bu yiyecekleri sofranızdan eksik etmeyin…

Vitaminler:
Vitamin C: Üzüm, portakal, kavun, bezelye, kivi, çilek, domates, brokoli, ıhlamur, karnabahar, biber, tere.
Vitamin B1: Kabak, et, mantar, kuşkonmaz ,fasulye.
Vitamin B2: Balkabağı, balık, süt, buğday filizi.
Vitamin B3: Ton balığı, tavuk, ciğer, somon balığı, kuzu eti, uskumru, hindi, hububat.
Vitamin B5: Yonca, mercimek, kereviz, yumurta, avokado.
Vitamin B6: Muz, soğan, tohumlar, fındık.
Vitamin B12: İstiridye, sardunya, karides, peynir.
Vitamin A: Havuç, tere, lahana, ciğer, et, tatlı patates, kavun, baklagiller, mango, domates, kayısı, papaya, yeşil ve kırmızı sebzeler, meyveler.
Vitamin D: Ringa balığı, somon balığı, uskumru, diğer balıklar, ciğer, et, yumurta.
Vitamin E: Bitkisel yağlar, baklagiller, tohum yiyecekler.
Vitamin K: Brokoli, soya yağı, patates, bezelye, lahana, karnabahar.
Kalsiyum: Peynir, konserce balık, fındık, tam buğday unu, süt, sebze kökleri, yumurta, balık, buğday ekmeği.
Folik asit: Ispanak, susam, ceviz, yer fıstığı
Biotin: Marul, havuç, kiraz, kızılcık, mısır.

Mineraller:
Demir: Bira mayası, salyangoz, kepek ekmeği, kakao, soya filizi, maydanoz, kuru meyveler, sardunya, salamura edilmiş et, fasulye.
Bakır: Ciğer, midye, zeytin, baklagiller, balık, kümes hayvanları.
Magnezyum: Soya fasulyesi, kara pirinç, kuru bakla, karides, deniz ürünleri, et, sebze, muz, yeşil lifli sebzeler.
Çinko: Peynir, konserve balık, bira mayası, et, bakliyat, yumurta, pirinç, patates.
İyot: Kuru yosun, mezit balığı, et, tahıl.
Manganez: Fasulye, nohut, meyve, yeşil lifli sebze.
Potasyum: Kuru meyve, soya unu, pekmez, çiğ sebze, çabuk kahve.
Fosfor: Bira mayası, peynir, yoğurt, balık.
Selenyum: Sakatat, but.
Krom. Yumurtanın sarısı, pekmez, taze meyve suyu, kepek ekmeği, bal.
Molibden: Kara buğday, alkollü içecekler.

Yağ asitleri:
Omega 6: Fındık, böğürtlen, çuha çiçeği, bitkisel yağlar.
Omega 3: Somon balığı ve diğer deniz ürünleri.

MUHAFAZAKARLAR TEPKİLİ

Muhafazakar kanat ise suçun beslenmeye bağlanmasına şiddetle karşı çıkıyor. Bunun suçlunun tüm sorumluluğu yiyeceklere atarak az bir cezayla hapisten kurtulabilmesi şeklinde sonuçlanabileceğini de belirtiyor. Ki çerez davası olarak bilinen bir davada, bir kişi tanımadığı iki kişiyi nedensizce öldürmüş ve o gün çok fazla cips yediğini ispatladığı için yalnızca 7 yıl ceza almıştı.

KARADENİZLİNİN SİNİRİ EROZYONDAN

Beslenme Uzmanı Bengül Akgün de E, B1, B5, B12 vitaminleri, folik asit, sodlum, kalsiyum, magnezyum ve iyot eksikliklerinin merkezi sinir sistemi üzerinde olumsuz etkiler yaptığını belirterek, “Beslenme yetersizlikleri çevresel faktörlerle birleşerek saldırgan davranışlara yol açabilir.” Diyor. Ülkemizde en çok görülen eksikliklerden biri olan iyot eksikliğinden söz eden Akgün, “Özellikle Karadeniz bölgesinde erozyon çok olduğu için toprak üzerinde bulunan iyotu alıp götürür. Bu nedenle Karadeniz insanında iyot yetersizliğine bağlı olarak guatr, dolayısıyla da sinirlilik hali çok görülen bir durumdur.” Diyor. Psikiyatri uzmanı Tolga Tolun Satır da dışarıdan alınan doping maddelerinin ve kas geliştirici steroidlerin sinirlere zarar verdiğini belirterek, erkeklik hormonu olarak bilinen testesteronun fazla salgılanmasının da saldırganlığa yol açabileceğini söylüyor. Psikiyatrist İbrahim Hakkı Şahinler de beyindeki dopamin, serotonin ve nöradrenalin sıvılarının azalmasının şiddet içeren davranışlara yol açtığını ifade ediyor. Psikiyatri Uzmanı Doç. Dr. Hakan Türkçapar ise serotonin eksikliğinin intiharlara ve cinayetlere yol açacağını söylüyor.

DEPREM AŞISI ‘Bacillus Pasteurii’

DEPREM AŞISI

Amerika’daki Davis Kaliforniya Üniversitesi, Toprak Etkileşimleri Laboratuvarı’nın son icadı; ‘Bacillus Pasteurii’.. Zerk edildiği yerdeki yumuşak toprağı kalsite dönüşerek kaya gibi sert bir yapıya dönüştürüyor. Bakteri, çürük zeminli binaları depreme karşı güçlendirebilecek bir kurtarıcı olarak görülüyor.

ÜRÜN DİRİER, urund@aktuel.com.tr

Amerikalılar çürük zemine çare buldu. Türkiye gibi deprem kuşağında yer alan ve üfleseniz yıkılabilecek kadar dayanıksız binalarla dolu olan bir ülkede yaşadığımız için, bu gelişme maalesef çok dikkatimizi çekti. Biliyorsunuz ki yaşadığımız korkunç depremlerde yanyana dizilmiş iskambil kağıdı gibi devrilen binaların birçoğunun zemininde sıvılaşma problemi olduğu ortaya çıkmıştı. Çünkü binalar deprem hattında olup olmadıkları araştırılmadan kondurulmuştu. Üstüne üstlük binaların temelleri de apartman değil çadır dikiliyormuş gibi atılmıştı. Ve hala muhtemel bir depremde domino taşları gibi yıkılabilecek yüzbinlerce bina var. Amerikan Davis Kaliforniya Üniversitesi araştırmacılarının keşfettiği ‘bacillus pasteurii’ adındaki bakteri bu nedenle dikkatimizi çekti. Bu bakterinin özelliği ise, enjekte edildiği yerde kendiliğinden kalsit (kalsiyum karbonat) üreterek zemin yapısındaki boşlukları doldurması. Kısacası çimento etkisi yaratan bu bakteri yumuşak toprağı sert bir kayaya çevirebiliyor. Yeraltında doğal olarak bulunan ve yer altı sularını olduğundan daha alkalik yapmasıyla bilinen bakteri, tek tek tüm parçaları birleştirerek yekpare bir zemin oluşturabiliyor. Kalsiyum ve karbonatı birleşerek kalsiyum karbonat kristali formu almak üzere suda erimeye zorlayan bu bakteri, daha sonra da bu doğal çimentoyu iyice sıkılaştırarak adeta birbirine bitiştirilmiş kiremitler haline getiriyor.

Mikrop, biraz oksijen ve besin

Bu teknik Amerika’da özellikle antik değeri olan heykellerin içindeki boşlukları ve dışındaki yarıkları kapatmak için zaten kullanılıyormuş. Bilimadamları tekniğin bina temellerinde de uygulanabileceğini düşünerek başlamışlar bu projeye. Tabi birkaç küçük farkla.. Kalsiti güçlendirmek için içine oksijen ve bazı besin değerleri de katmışlar. Projenin hedefi ise deniz kıyısında kumsal araziye inşa edilen binaları depreme karşı dayanıklı hale getirmek. Diğer binaların temeli de, kendisi de zaten yeterince sağlam yapılıyor çünkü! Bu arada madde zerk ederek zemin yapısındaki boşlukları doldurma fikri Amerika’da ilk değil. Bakterinin mucidi Jason DeJong daha önce de bir takım kimyasallarla bu işlemin yapılabildiğini söylüyor. Ama kimyasallar tahmin edilebileceği gibi su ve toprakta toksik maddeler bırakıyormuş. Bu da doğanın dengesini bozmanın nasıl felaketlere yol açacağını anlayan bir dünyada hiç de hoş karşılanamaz. Bu nedenle Amerika’da artık biyolojik çalışmalar ile geoteknik gelişmeler birbirini takip ediyor. DeJong “20. yüzyıla ödnüp bakarsanız önce mekanik mühendisliğin, ardından da kimya mühendisliğinin geldiğini görürsünüz. Şimdi ise biyolojinin her zaman önemli bir yeri olacağını anlamış bulunuyoruz.” diyor. Trilyarlarca mikrop olduğundan söz eden DeJong: “Toprağın her karesinde sayılamayacak kadar çoklar. Onları organize etmeyi başarırsak bizim için faydalı işler yapabilirler.”

Yeni Milenyumun Bilimi

Kaliforniya Üniversitesi Toprak Etkileşimleri Laboratuvarı’nda çalışmalarını sürdüren Profesör Yardımcısı Jason DeJong, “Geoteknik mühendisleri kısa bir süre öncesine kadar biyoloji ile geoteknik arasındaki önemli bağı reddediyordu. İkisi arasındaki bağın önemi yeni yeni keşfedilmeye başlandı.” diyor. Amerika’daki Ulusal Bilimler Akademisi bile bu konudan 2006 raporunda söz etmiş. Yani oldukça yeni bir konu. “Yeni Milenyumda Jeolojik ve Geoteknik Mühendislik: Araştırmalar ve Teknolojik İcatlar İçin Fırsatlar” başlıklı raporda, toprak hareketleri üzerindeki biyolojik çalışmalar gelecek için bir fırsat olarak ve araştırılması gereken bir konu olarak gösteriliyor. Ancak ülkemizde bu konu henüz pek bilinmiyor. DeJong projesi ile ilgili şimdiden Hayward Baker ve Soletanche Bachy gibi dünyanın önde gelen iki büyük geoteknik yapı geliştirme şirketiyle görüşmüş. Hatta Hayward Baker DeJong’a saha çalışmalarında yardım etme teklifinde bile bulunmuş. Bakterinin yalnız evleri depreme karşı dayanıklı hale getirmek için değil, tünel, baraj ve set yapımı gibi inşaat alanlarında da kullanılması planlanıyor. Çünkü engebeli bir arazide düz bir zemin oluşturmak için ‘baciullus pasteurii’ çok uygun.

Hem ucuz, hem doğa dostu

‘Bacillus Pasteurii’nin en güzel tarafı ise inşaat sırasında zemine zerk edilebileceği gibi, tıpkı bir aşı gibi bitmiş binaların zeminine de vurulabiliyor olması. Üstelik Jason DeJong yöntemin bilinen tüm zemin güçlendirme yöntemlerinden, kimyasal yöntemler dahil, daha ucuz olduğunu söylüyor. Hem de doğayı kirletmiyor. Toprağın yapısını bozmadan, aradaki boşlukları dolduruyor yalnızca. Deneyi deprem simulasyon cihazıyla laboratuar ortamında yapılan ve Ulusal Bilim Vakfı’nca finanse edilen araştırmanın adı ise ‘Microbially Induced Calcite Precipitation’, Yani MICP. Mikrobik yolla harekete geçirilmiş kalsit çökeltisi diye çevirilebilir. Jason DeJong, geçtiğimiz on yıllarda jeosentetik malzemelerin ve sulu harç kullanımının dramatik bir şekilde arttığını belirterek, “Bu malzemeler yer altı sularına ve toprağa ciddi toksik zararlar veriyor. Örneğin harcın içindeki malzemeler topraktaki PH seviyesini suni olarak yükseltiyor.” diyor.

“Mevcut teknoloji yetersiz”

Konuyla ilgili görüşlerini aldığımız Yıldız Teknik Üniversitesi İnşaat Mühendisliği Bölümü Geoteknik Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Kutay Özaydın, bakteri kullanımının uygulamaya geçilirse çok iyi olacağını belirtiyor. “Mevcut teknoloji zemin boşluklarını doldurmaya yetmiyor. Çünkü iri çimento daneleri zemindeki ince kum tanelerinin arasına giremiyor.” diyen Özaydın, zemin ne kadar sert olursa binanın depreme karşı o denli güçlü olacağının da altını çiziyor. Yıldız Teknik Üniversitesi’nden Zemin Mekaniği ve Geoteknik Mühendisi Prof. Dr. Sönmez Yıldırım da Türkiye’de temel zemininin genellikle ince daneli kum ve kilden oluştuğunu ifade ederek, “Klasik çimento enjeksiyonu ile bu maddenin arasındaki boşlukları doldurmanın olanağı yoktur. Bu durumda kimyasal enjeksiyon tekniklerinin kullanılması gerekirdi ama ülkemizde bu teknikler bile kullanılmıyor çünkü çok pahalı.” diyor.

“Bakteri binayı kurtaramaz”

Yıldırım, ‘Bacillus Pasteurii’nin yumuşak zemin yapısını kaya gibi sertleştirmesiyle ilgili olarak da “Biliyorsunuz Azapazarı depreminde yıkılan binalardan büyük bir bölümü zemin sıvılaşmasından yıkılmıştı ama binaların yıkılmasında tek neden temel değil. Çarpık üst yapı nedeniyle de bir çok bina yıkılmıştı.” açıklamasında bulunuyor. İnşaat Mühendisleri Odası İstanbul Şube Başkanı Cemal Gökçe ise Türkiye’deki binaların zeminini sağlamlaştırmak için bakteri aşılamaktan daha önemli şeylerin olduğunu söylüyor. “Zemin şartlarına uygun bir proje, doğru denetim, standartlara uyma gibi noktalara dikkat edilirse bakteriye gerek kalmaz.” diyen Gökçe, “Ayrıca zemin sağlamlaştırmak için beton dökme ve kazık çakma gibi yöntemler de var. Bina sağlam yapılmadıkça kayanın üstüne bile inşa edilse sonuç farketmez. Bakteri binayı kurtaramaz.” açıklamasında bulunuyor.

SAYISAL LOTONUN ŞİFRESİ ÇÖZÜLDÜ

ZONGULDAK DEVREK’TE BİR SOKAK HER HAFTA SAYISAL LOTO’DA 5 BİLİYOR. İÇLERİNDE ON BİR KEZ 5 BİLEN BİLE VAR!

6/49’un DNA şifresi çözüldü

Devrekli emekli nalbur Tuncay Albayrak 13 yıl boyunca Sayısal Loto sonuçları üzerine çalışarak ‘şans’ diye bir şeyin olmadığını ortaya koydu. 211 kombinasyon modeli olduğunu bunların içinde de 10-15 tanesinin devamlı tekrar ettiğini çözen Albayrak, milyarder olmanın formülünü yazdı!

Yazı Ürün Dirier/ urund@aktuel.com.tr

Zonguldak’ın baston imalatıyla ünlü şirin kasabası Devrek’teyiz. Ama burada bulunmamızın nedeni ustaların el emeği, göz nuru ile heykel yapar gibi ince ince işledikleri kızılcık ağacından bastonları görmek değil. Sayısal Loto’nun DNA şifresini çözdüğünü söyleyen emekli nalbur Tuncay Albayrak’ı bulmak. Onu kasabanın küçük çarşısında kendi soyadıyla anılan Albayrak Sokak’ta buluyoruz. Eskiden nalbur olan dükkanı şimdi 6/49’un yol haritasını çizdiği bir sayı laboratuarına dönüşmüş. Camekanlar, ‘5 bilmek yüzde 100’, ‘6 bilmek yüzde 92’, ‘Ben bu sevdaya baş koydum, ben bu ömrü feda ettim, aşımdan uykumdan oldum, başka şansın yok peşindeyim’ gibi yazılarla dolu. İçeride ise onlarca klasör, çalışmalarını sürdürdüğü bir bilgisayar, bir masa ve duvara yapıştırılmış sözler var. Konu özetle şu; Albayrak 13 yıl önce başlayan ve bu hafta 600’üncü haftasına giren Sayısal Loto’da çıkan rakamların tesadüf olmadığını çözmüş. 13 yıl boyunca tüm sonuçları not eden Albayrak, hepsini formüle etmiş. Toplam 211 modelde toplamış. En çok tekrar eden 10-15 model olduğunu saptamış. 600 haftanın sonuçlarına bakınca gerçekten de çıkan sayı gruplarının paket halinde düşmüş olduklarını biz de gördük.


3, 8’i seviyooo!

Anlatmaya 13 yıl boyunca tam 23 kez tekrarlayarak tüm modellerden daha çok karşımıza çıkan “bir tek basamaklı sayı+bir 10’lu sayı+bir 20’li sayı+iki 30’lu sayı ve bir 40’lı sayı” modelinden başlayalım. Daha net olsun diye bir örnek de verelim: 5+15+20+32+34+47. Bu model tablolarda da göreceğiniz gibi 6/49’un en popüler dizilimi. Bunu 600 hafta boyunca tam 16 kere tekrarlayan “bir tek basamaklı sayı+iki 10’lu sayı+bir 20’li sayı+bir 30’lu sayı+bir 40’lı sayı”dan oluşan, 5+11+13+24+38+47 şeklinde örneklendirebileceğimiz model takip ediyor. Albayrak, Sayısal Loto’da en çok çıkan rakamlar diye bir şeyin olmadığını, ancak en çok görülen modeller olabileceğini söylüyor. Çünkü belli sayılar birbirlerini çok seviyormuş da ayrılamıyormuş gibi adeta birlikte hareket ediyor. Albayrak bu sayıları da deprem haritası diye adlandırdığı tabloda gösteriyor. Örneğin 13 yıl boyunca 3 ile 8 on kere birlikte düşmüşler. 4 ile 5 ise aralarında bir dargınlık olacak ki yalnızca bir kez birlikte yakalanmışlar. 11 ile 16 da birbirini çok sevenlerden. Buna karşılık 11 ile 19 hiç aynı ikramiyede buluşmamışlar. 21 ile 27 de ayrılamayanlar. Keza 32 ile 33 ve 43 ile 49 da hep aynı anda düşmüşler küreden birisini trilyoner yapmak için.

Aynı kuponu oynayın ve sabredin

1 ile 49 arasında 13 milyon 983 bin 816 veri olduğunu söyleyen Albayrak, bu kadar çok kolon oynayamayacağımız için işi deprem haritası ve modeller yardımıyla basitleştirmiş. Çıkardığı formüller sayesinde Albayrak Sokak’ta hemen hemen her hafta bir 5 bilen çıkıyor. Şimdiye kadar 6’yı bulamamışlar ama umutları var. 5 bilerek birkaç milyara eyvallah diyorlar şimdilik. Genellikle de grup olarak oynuyorlar; 10-15 kişi bir araya gelip ortak kupon dolduruyorlar. Albayrak da herkese bunu öneriyor. “Örneğin deprem haritasından bir çift sayı seçtiniz. Tablodan bu sayıların yanına yazabileceğiniz rakamları belirleyin ve her bir kolona seçtiğiniz çift sayı aynı kalmak üzere diğer sayıları değiştirerek işaretleyin. Mesela 1-9 arası tüm sayıların hepsini indirin. Bu yüzden çok kolon oynamanız gerekecek, o yüzden diyorum ki paylaşımcı olun, birlikte oynayın; esnaflar, doktorlar, avukatlar arkadaşlarıyla bir araya gelip oynasınlar” diyor. Kesinlikle oynadığımız kuponu değiştirmememiz gerektiğini söyleyen Albayrak, “İşin sırrı aynı kuponu oynamakta. Bakın geçenlerde biri dört yıl aynı kuponu oynayıp bir buçuk trilyonu kazandı. Kendinize belli bir model seçip kombinasyonlarını oynadığınız zaman kesin birkaç yıl içinde büyük ikramiyeyi kazanırsınız” diye konuşuyor. Sayısal Loto’da 6’yı tutturmayı bir tür yatırım olarak gören Albayrak, sabredenin muradına ereceğinde ısrarlı.

Albayrak kısa süre öncesine kadar tüm verileri eliyle yazıyormuş. Ancak arkadaşı memur Yaşar Küçük’ün kendisine bilgisayarda Excel programını öğretmesinin ardından işleri kolaylaşmış. Televizyonda çekilişleri izlerken ilk birkaç rakamdan sonra gelecek diğer sayıları tahmin edebildiğini anlatan Albayrak, hiçbir şeyin şans olmadığı görüşünde. Şimdiki hedefi ise Milli Piyango’nun genetik şifresini çözmek ve Guinnes Rekorlar Kitabı’na girmek.

Bu sokakta 5 bilmeyen yok

Albayrak Sokak’ta kime sorsanız mutlaka 5 bilenlerden biri çıkıyor. Tuncay Albayrak dahil bakkal, Sayısal Loto Bayii, hamamcı, tuafiyeci, çaycı…Burada herkes en az beş, altı kere 5 bilmiş. Bu sokakta bulunan Sayısal Loto Bayii’nin duvarları da Albayrak’ın şemalarıyla dolu. Herkes buradaki verilerden faydalanıyor. Bayii’nin sahibi Remzi Badur, “Her hafta bir 5 bilen çıkartıyoruz mutlaka” diyor. Camekanlarını 5 bilenlerin kuponları süslüyor. Sokak’ın kumaşçısı ve tuhafiyecisi Nevzat Boz da şimdiye dek yedi kere 5 bildiğini anlatıyor. Genellikle grup olarak oynadıklarını söylüyor ve ekliyor: “6 bizim mahallede dolaştı ama bir türlü birimizde durmadı.” Tekel Bayii Şeref Kaypak ise en çok 5 bilenlerden biri. En son 6 bin 500 YTL kazanmış. Kuyumcu Sabri Saraç, Bakkal Fahri çavuş, çaycı Güney Bükrü ve beyaz eşyacı Feridun Bora da beş, on kere 5’i tutturmuş olanlardan. Ama içlerindeki en enteresan isim antenci Recai Uzar. Şimdiye kadar Albayrak’ın formülleriyle tüm on bir kez 5’liyi tutturmuş. En son 2 bin 700 YTL kazanmış. Halinden memnun.

Olasılıklı mı olasılıksız mı?

Peki ama bazı sayıların birbirini sevmesinin ve birlikte yola çıkmasının, belli modellerde belli rakamların kendisini göstermesinin nedeni ne olabilir? Belki topların üzerinde yazan rakamlardır. Örneğin 1 yazmak ile 48 yazmak arasında, kullanılacak boya miktarı açısından bayağı bir fark var. Belki de topların her hafta sekiz tüpten küreye aynı sırayla düşüp aynı yöne doğru karıştırılmaları, fizik bilimi bağlamında bir anlam ifade ediyordur. Adam Fawer ‘Olasılıksız’ isimli kitabında, bir bilardo oyuncusunun ıstakanın, topların ve masanın esnekliği, havadaki nem oranı, rüzgar, topa vuruş açısı ve hızı gibi faktörlerin bilgisine eksiksiz olarak haiz olursa, masadaki topların konumlarının ne olacağını tam olarak bilebileceğini söyler. Olayı bu açıdan da değerlendirmek mümkün. Yeditepe Üniversitesi’nden istatistik profesörü Fazıl Güler ise, topların ağırlığı eşit ise bu verilerin tamamen tesadüfi olduğu görüşünde. “Ama” diyor; “Topların üzerindeki yazı kabartmalarından dolayı çok cüzzi de olsa bir ağırlık farkı var ise sonuçlar etkilenebilir!”

Loto tezi

Uludağ Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Erkan Işığıçok “Değişkenler Arasındaki İlişkilerin Araştırılmasında Nedensellik Testleri ve Bir Uygulama Denemesi” başlıklı doktora tezinde Sayısal Loto’yu incelemiş. Topların çıkma olasılığının eşit olduğunu, bu eşitliği ancak toplardaki aşınmaların ve bir kısmının değiştirilip bir kısmının değiştirilmemesi gibi durumların bozacağını söyleyen Prof. Işığıçok, beş yıl öncesinde yaptığı çalışmalarda, en çok çıkan sayıları 27, 16, 38, 14 ve 20; en az çıkanları ise 23, 31, 33, 42 ve 48 olarak belirlemiş. Bu sayılardan “27” tam 44 çekilişte yer almış. Prof. Işığıçok’un araştırmasına göre 9 hafta 3, 3 hafta da 4 ardışık sayı çekilmiş.


---İkili rakamlar deprem haritası---

En çok çıkan 10 ‘tek basamaklı çift’

3-8: On kere çıkmış
1-6; 2-5; 2-7: Yedişer kere çıkmışlar
4-7; 1-8; 5-9: Altışar kere çıkmışlar
6-8; 1-4; 2-9: Beşer kere çıkmışlar

En çok çıkan 10 ‘onlu çift’

11-16: On bir kere çıkmış
12-17: On kere çıkmış
12-13: Dokuz kere çıkmış
10-13; 10-16: Yedişer kere çıkmışlar
11-14; 12-16; 12-18; 15-16: Altışar kere çıkmışlar
12-15: Beş kere çıkmış

En çok çıkan 10 ‘yirmili çift’

21-27; 22-23: Yedişer kere çıkmışlar
20-28; 24-25; 25-29: Altışar kere çıkmışlar
20-23; 21-22; 21-26; 23-27: Beşer kere çıkmışlar
20-22: Dört kere çıkmış

En çok çıkan 10 ‘otuzlu çift’

32-33: Dokuz kere çıkmış
30-38: Sekiz kere çıkmış
30-39: Yedi kere çıkmış
30-35; 31-32; 32-34; 33-38; 34-36; 35-38: Altışar kere çıkmışlar
30-31: Beş kere çıkmış

En çok çıkan 10 ‘kırklı çift’

43-49: Dokuz kere çıkmış
40-44; 40-47; 40-49: Yedişer kere çıkmışlar
41-42; 41-48; 41-49: Altışar kere çıkmışlar
40-46; 44-48: Beşer kere çıkmışlar
42-47: Dört kere çıkmış


---En çok çıkan tablolar---

TABLO1

5 15 20 32 34 47
8 14 21 33 39 41
8 13 20 32 37 42
6 18 26 33 34 41
6 12 24 32 33 44
9 11 23 30 39 45
2 11 22 32 39 40
6 19 28 32 35 47
5 19 29 32 39 40
2 14 21 36 37 42
9 12 29 30 35 40
6 15 23 34 38 41
5 12 23 30 38 41
9 10 28 34 36 45
3 11 20 33 38 46
3 13 27 31 36 42
2 18 21 32 37 48
6 19 22 34 35 41
2 13 22 32 35 41
7 15 25 32 35 48
8 17 26 31 37 45
7 13 23 32 36 49
3 13 23 31 34 46


TABLO2

5 11 13 24 38 47
7 14 15 26 37 48
2 10 13 26 33 47
9 15 17 24 33 46
8 12 17 25 37 42
9 11 13 25 32 45
5 10 12 24 34 44
6 10 19 21 36 41
7 11 16 20 32 44
6 10 14 26 34 49
2 14 19 27 39 43
6 12 16 20 35 40
6 10 16 24 35 44
5 12 15 24 39 45
2 11 17 26 31 46
5 11 16 29 38 48

TABLO3

10 12 21 37 43 49
12 16 23 36 43 49
14 15 26 32 45 46
10 13 26 38 41 49
11 16 21 34 40 49
17 18 24 34 41 49
11 17 27 38 40 41
16 19 26 32 42 43
11 16 28 30 42 48
11 14 28 34 40 45
12 18 29 39 44 49
11 16 23 36 41 44
10 15 27 38 44 48
15 16 23 39 45 47
16 18 22 39 40 49

TABLO4


3 14 16 23 27 43
9 14 16 22 27 48
8 12 13 21 25 47
6 14 17 21 22 46
5 11 14 23 26 44
8 12 17 27 28 44
8 15 16 24 28 49
4 12 17 22 27 44
5 11 14 21 27 43
3 11 16 23 27 49
2 13 14 21 29 43
3 11 16 22 25 45
3 11 19 21 29 47
2 10 19 21 26 47


TABLO5

1 8 16 28 39 40
4 7 10 21 37 49
5 8 11 25 34 48
1 9 10 23 30 48
1 6 14 27 39 49
7 8 18 23 33 42
3 8 14 25 36 40
2 4 16 26 34 43
2 7 12 25 39 40
7 8 10 24 31 47
5 9 18 28 38 46
6 8 18 26 31 46
3 4 16 23 39 40
6 8 18 24 39 49