16 Haziran 2011 Perşembe

Moskova’da hayatta kalma rehberi





VİZELERİN KALKMASIYLA SOLUĞU RUSYA’DA ALMADAN BU REHBERİ OKUYUN. RUSYA’DA YAŞAYAN TÜRKLER ANLATIYOR

*Rusya’ya vizenin kalkması ülkenin başkenti Moskova’ya olan ilginin artmasına neden oldu.
*Peki Rus halkı ne yer, ne içer, neye sinirlenir, nelerden hoşlanır, nasıl yaşar?
*Şehri bir turist gibi gezmek yerine, onlardan biri gibi yaşamak için dikkat etmeniz gerekenler bu yazıda.


ÜRÜN DİRİER, urun.dirier@aktuel.com.tr


Moskova’ya ayak bastığınızda ilk sınavı trafikte veriyorsunuz. Üstelik hayli zorlu bir sınav bu. Hava limanından merkeze gitmek için boşuna taksi aramayın, bulamazsınız. Önünüze çıkan herhangi bir araca elinizle işaret ettiğinizde hemen duracaktır. Sizi istediğiniz yere pazarlıkla götürecek, hazırlıklı olun. Moskova’da en kısa mesafe beş dolar, hava alanından merkez ise 50 dolar, daha fazlasına razı olmayın… Trafik genellikle çok yoğun, hem de yollar gidiş dönüş sekizer şerit olmasına rağmen. Saatlerce aynı noktada beklediğiniz için siz sinir krizi geçirirken şoförünüz ise son derece sakin görünecektir, çünkü halk SSCB döneminden kalma bir disiplin ile her türlü kuyrukta beklemeye alışkın. Ancak trafikte arıza çıkaranlar da var. Azeriler, Ermeniler ve Çeçenler beklemeyi pek sevmiyor… Bu arada Ruslar trafikte birbirinin dibinde gitmeye bayılıyor, sık sık kaza olması da bu sebepten. Burada kornaya basmak da büyük bir küfür olarak kabul ediliyor. Trafiğe alkollü çıkmak ise neredeyse imkansız. Trafikte alkol limiti 0. Rusların ekmek mayasından yapılma Kvas isimli yerel bir içecekleri var, yüzde bir alkol içeriyor. Trafiğe çıkarken Kvas bile içmemeniz gerekiyor. Bu şehirde gençlerin en çok rağbet gösterdiği mesleklerden biri trafik polisliği, çünkü çok kazandırıyor. Halk ise polislerden ama özellikle trafik polislerinden nefret ediyor. Amaçları trafiği düzene sokmaktan çok küçük bir hata yakalayıp rüşveti cebe indirmek. Bu arada Rusya’da zaten hemen her iş rüşvetle dönüyor. Yaya olarak bir suç işlerseniz 500 ruble sizi kurtarır. Yok alkollü araç kullanma, hız limitini aşma gibi bir suçunuz varsa 2 bin – 3 bin rubleye anlaşabilirsiniz.

Evler çok pahalı
Şehre gelmeden otelinizi ayarlayın. Zira en ucuz otel odasının günlüğü 150 dolar. Burada aslında hemen her şey çok pahalı. İstanbul’da bin liralık bir ev, burada 1500 dolar… Dünyadaki en pahalı emlak piyasalarından birine sahip Moskova. Evler ya tek odalı ya da iki odalı. Çoğu da Stalin döneminden kalma, “herkese bir ev” mantığıyla yapılmış 50 - 60 metrekarelik evler. Hemen her ailede böyle bir evin tapusu var. Gençler evlendiklerinde ayrı kiraya çıkacak paraları olmadığı için yine aileleriyle aynı evde yaşamaya devam ediyorlar.
Evden ayrılmayı tercih edenler de babuşka denen, yaşlı Rus kadınların evinde kiralık bir oda tutuyor. Bir de komünalka denen, devlet tarafından verilen ve birkaç ailenin bir arada yaşadığı üç odalı daireler bulunuyor.

Meşrubat niyetine bira
Rus halkı içmeyi seviyor. Hatta sabah elinde birayla metroya binen iş kadınları görmek çok doğal. Bu arada Moskova metrosu dünyanın en büyük ikinci metrosu. Kievskaya, Komsomolskaya, Bibleoteka ve Arbatskaya duraklarını metrodan özellikle inip mutlaka gezin. Sanat galerilerini kıskandıracak resimlerle süslü. Metrolarda yaşlılar genellikle gençleri eleştirip duruyor. Komünist rejime alışkın yaşlıların yaşam tarzları gençlerinkinden oldukça farklı. Gençler kazandığı parayı gece kulüplerinde eğlenerek harcıyor. Yaşlılar ise sanata ve eğitime, kitap okumaya düşkün. Ama onlar da dansa meraklı. Bahar aylarında devlet radyosu parklara müzik yayını yapıyor, yaşlı emekliler de birbirlerine sarılarak dans ediyorlar.

Rus erkeğini çekmek zor
Rus kadını çok verici ve fedakâr. Rus erkeği ise çok fazla içiyor ve sadakatsiz. Ancak hoş tarafları da var, örneğin bir kadınla buluşacağı zaman mutlaka elinde çiçeğiyle gidiyor. Rusya’da bu bir ön şart. Ayrıca asla kadının elini cebine attırmıyor, centilmen… Ancak evlenince evin yükü kadının omuzlarında. Hatta sıklıkla erkek evde yatıyor, sadece kadın çalışıyor. Rusya’da kadın her alanda çalışıyor. Tramvay ve metro şoförleri, inşaat işçileri, boyacılar hep kadın. Her türlü ağır sanayi işini de kadınlar yapıyor. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra erkek nüfusunun azalması yüzünden tüm hayat yükü kadınların sırtına binmiş. Gençler, çok küçük yaşlarda evleniyorlar, ancak bu evlilikler birkaç yıl sonra genelde erkeğin başka bir kadının peşine düşüp evi terk etmesiyle sonuçlanıyor. Rusya bu sebeple çocuklu genç, yalnız annelerle dolu.

Dikkat! Dayak yiyebilirsiniz!Moskova’da her caddede bir gece kulübü bulunuyor, zira genç Ruslar eğlenceye çok düşkün. Yanlarında eşleri ya da sevgilileri bile olsa başkalarıyla dans edebiliyorlar. Yabancılarla tanışıp konuşmak onlar için gayet normal. Ama bu, Türk erkeğinin Moskova kulüplerine akıp cüretkar teklifler yapabileceği, Rus kadınlarına iltifatlar yağdırabileceği anlamına gelmiyor. Bu şekilde davranıp Rus erkeklerden dayak yiyen Türk sayısı oldukça fazla. Rus erkeği içince çok kıskanç olabiliyor, kadınlarına nasıl bakıldığını biliyor ve bunu hazmedemiyorlar. Burada kızlar da bir erkek için kıyasıya dövüşebiliyor.
Bir de oligarklar var. SSCB dağıldıktan sonra 90’ların başındaki özelleştirmeler sırasında kurnaz davranarak zengin olmuş sonradan görmelere oligark deniyor. Onlar daha çok Batılı şarkıcı ve dansçıları getirttikleri özel partilerde eğleniyorlar. Eğlence anlayışları da Arap şeyhleriyle Amerikalı rap yıldızı arasında bir yerlerde. Hummer cipler, lüks spor otomobiller ve limuzinlerle gezip 2 bin metrekarelik evler yaptırıyorlar. Erkekler evlense bile birçok sevgilileri oluyor. Oligarklar, Lubyanka-okothny/ Ryad/ Teatralnaya üçgenindeki kulüplerde eğleniyorlar.
Ruslar’ın bir eğlencesi de kumar oynamak. Ancak iki yıl önce bütün kumarhaneler kapatılmış. Şu an illegal olarak internet kafelerde kumar oynatılıyor. Bir başka keyifleri ise saunalar. Bir de herkesin dinlenme evi yani bir dacha’sı var şehir dışında. Bu evlerde mangal yapıp ailecek yiyip içiyorlar hafta sonlarında. Moskova’da her 100 metrede bir eczaneye rastlayabilirsiniz. Eczanelerde genellikle kuyruk oluyor. Çünkü Ruslar vitamin haplarıyla yaşıyor. Bunun en önemli nedenlerinden biri havanın soğuk, sebze meyvenin az ve pahalı olması.


MOSKOVA’NIN EN POPÜLER KULÜPLERİ
1.RAY
2.BARKAD
3.KANSEPT
4.B1 VE B2
5.CESHTIR
6.OSCAR
7.PAPARAZZI
8.PAPA JOHNS
9.CARDAK
10.FANKI MAMA
(Standart gece kulüplerinde bira 80 ruble ile 300 ruble arası değişiyor. Viski açtırmak 10 bin ruble)

KREBE DOYACAKSINIZRusların vazgeçilmez yiyecekleri krep. Hatta gece kulüpten çıktıktan sonra biz nasıl çorbacıya gidip işkembe içiyorsak onlar da krep yiyorlar. Moskova’da her köşe başında bir krepçi, bir McDonald’s, bir Burger King var. Restoranlar da var ama çok pahalı; akşam yemeği 2 bin - 3 bin ruble. Hatta içki de içerseniz hesap 50 bin rubleyi bulabilir. Rusların, çeşitli soslarla hazırlanmış balıkları meşhur. Bahşiş şart değil, ama genelde hesabın yüzde 10-15’i kadar vermek gerekiyor. Size bir de güzel bir et lokantası önerelim: El Gaucho!.
*****
BUNLARI BİLİN
+ Rusya’da sokağa çıkarken pasaportunuzu yanınıza almayı asla unutmayın, aksi takdirde başınıza büyük dert açarsınız; polis sizi derhâl merkeze götürür.

+ Derdinizi İngilizce anlatmaya çalışarak kendinizi boşuna yormayın, kimse bu dili bilmiyor. Zaten şehirdeki Azeriler, Özbekler, Tacikler, Ahıska Türkleri, Gürcüler ve Ermenilerin bir bölümü gayet iyi Türkçe konuşuyor.

+ Sarı taksi sayısı yok denecek kadar az ve çok pahalı.

+ Kapkaça karşı çantanıza, cüzdanınıza dikkat edin.

+ Bir Rusa asla “kazyol” (keçi) demeyin, büyük hakaret. Söylenmeyecek diğer iki sözcük de “manyak” ve “durak”. Manyak bildiğiniz anlamda. Durak da deli demek. Eğer bu sözleri bir tartışma sırasında söylerseniz kesin dayak yersiniz.


MOSKOVA’DA YAŞAYAN TÜRKLER NE DİYOR?
*Restoranlarda sipariş almaya çok geç gelirler. Çorbadan önce salata getirirler. Rus mutfağı çok fakir. Ancak salatada iyiler. Belli başlı yemekleri “Sup Si” ve “Sup Bors” adlı çorbalar, “Grechka” (arpa pilavı), “Salat Olivye” (salata) ve “Rassolnik” (turşulu sulu yemek). (Kubeysi Tarhan)

*Alkol burada yaşamın bir parçası, sarhoşa kimse kötü muamele yapmaz. Kadına dayak burada çok sık görülen bir şey. İstatistiklere göre Rusya’da her üç dakikada bir kadın dayaktan ölüyor. (Fahir Atalaya)

*Bir Rusun masası tam dolu olur. Türkiye’de “her şey dahil” otellerde tabaklarını gerekli gereksiz doldurmalarının nedeni bu alışkanlıktır. (Emir Kızanlık)

*Moskova’da her şey evrak ve kuyruklarla hallediliyor. Apartmanlar öyle bakımsız ki, içleri izmarit ve Baltika (Rus birası) şişeleriyle dolu. Ruslar birbirlerine çok güvenmiyorlar. Her dairenin iki giriş kapısı var. Her katta ayrı bir çelik kapı daha var. Evlerin hepsi eşyalı olarak kiralanıyor. Burada erkek kadına nezaket göstermez, iki cins birbirine son derece eşit görünüyorlar. O kadar eşit ki sokakta kadınla erkeğin kıyasıya tekme tokat dövüştüğünü bile görebilirsiniz. (Çiğdem Ergün Özdemir)

*Rus erkekleri kadına ilgi göstermez. Sakindir ama yeri gelince kadına el kaldırmaktan da hiç çekinmezler. Erkeğin kadınla buluşmaya giderken çiçek götürmesi adettendir. (Mehmet Lalek, Türk Rus Kültür Merkezi Direktörü)

*Buradaki araç trafiği İstanbul’da olsa kitlesel katliamlar yaşanırdı ama burada saatlerce aynı noktada bekleyebiliyorlar. Öyle ki, her yıl yüzlerce kadın Moskova trafiğinde doğum yapıyor. (Barış Mutlu, TRT Moskova Temsilcisi)

*Rusya’da misafir kabul etmek, misafirliğe gitmek çok önemli. Bir yere misafirliğe gidildiğinde eli boş gidilmemeli. Pasta, şampanya, çikolata, şarap götürülebilir. Özel günlere önem verirler, arkadaşın doğum gününü kutlamamak çok ayıp karşılanır. (Yusuf Nuraydın, Pronto Tur rehberi)

*Rus kadınları çok albenili giyinir ama sokakta, metroda uluorta kimseye boncuk dağıttıklarını görmedim. Anneler çocuklarını bağrına basmaz, aralarındaki ilişki resmidir. (Fatma Yılmaz Tiryaki)

*Ruslar çok muhafazakârdır. 28 Şubat’ta eşcinsel evliliği yasal hale gelince büyük protesto gösterileri oldu. En pahalı sokakları Arbat ve Krasnaprisnenskya. En çok izlenen programları bizdeki BBG tarzı reality şovlar. Seks ve şiddet sansürsüz olarak yayınlanıyor. Rusya’da bir çocuğun vekaleti asla babaya verilmez. (Ali Yasin Demirer)

*Rusya’da ortalama bir markette içki reyonunda, sadece bira çeşidi bile en az 120’dir. Bir Rus kızını yeni tanışmışken eve çağırmak büyük hakarettir. Doğan her çocuk iki yaşına gelene kadar devlet kontrolündedir. Belli tarihlerde doktora götürmeniz gerekir, götürmezseniz polis gelir eve. (Berat İzdar)

18 Haziran 2010 Cuma

Beyninizi eğitin, dalganız düzelsin

PSİKİYATRİK VE NÖROLOJİK HASTALIKLARIN PEK ÇOĞUNUN TEMELİNDE DÜŞME KAYNAKLI KAFA TRAVMALARI YATIYOR!

Psikiyatrist Dr. Tanju Sürmeli’nin beyin egzersizine dayalı ‘neurofeedback’ yöntemiyle şizofreni hastaları üzerinde yaptığı çalışmanın özeti, ABD’deki saygın bilim dergilerinden Clinical EEG and Neuroscience’de yayınlandıktan sonra, National Institute of Mental Health (Ulusal Akıl Sağlığı Enstitüsü) bu araştırmanın daha geniş kapsamlı olarak yapılması için 1 milyon 200 bin dolarlık fon açtı.

ÜRÜN DİRİER, urun.dirier@aktuel.com.tr

1960’lı yılların başında ABD Hava Kuvvetleri, savaş uçağı ve roket yapımında görev alan personelinde epilepsi ataklarına benzer nöbetler görülmesi üzerine, bugün UCLA Tıp Fakültesi Nörobiyoloji ve BiyoDavranış Psikiyatrisi Bölümü’ndeki saygın bilim adamlarından biri olan Prof. Dr. M. Barry Sterman’ı aradı. Kendisinden konuyu araştırmasını istedi. Sterman ve arkadaşları kısa süren bir araştırmanın ardından nöbetlere, roket yapımında kullanılan hidrazin adlı maddenin sebep olduğunu ortaya çıkardı. Hidrazin, hidrazon adlı bir alt türevine dönüşürken, malzeme olarak personelin beynindeki pridoksal fosfatı (Vitamin B6) kullanıyordu. Bu da beyinde, dışarıdan gelen uyaranları filtreleyip algılama seviyesine, yani korteks ’e ulaşmalarına engel olarak, konsantrasyonu sağlayan talamus’un kapasitesini düşürüp, epileptik ataklara yol açıyordu. Sterman, Hidrazin’in toksik dozunu saptamak için bir seri deneye başladı. Deney hayvanı olarak kediler kullanıldı. Kedilerin hemen hepsi hidrazine epileptik ataklar ile tepki veriyordu, bir grup kedi hariç! Bu kediler, Sterman’ın beyin dalgalarını araştırmak üzere yürüttüğü başka bir deneyde kullandığı kedilerdi. Bu kediler önceki deneyde şartlı olarak beyinlerindeki SMR dalgalarını (konsantrasyon sağlayan beyin dalgası) arttırmayı öğrenmişlerdi. Sonuç çok netti; SMR eğitimi alan kedilerin nöbet eşikleri yükselmişti, epileptik doza karşı dirençliydiler. SMR eğitimli hayvanların yüzde 25’i hidrazin nöbetlerinden tamamen korunurlarken, yüzde 75’inde diğer gruba göre iki misli daha geç sürede nöbet gelişiyordu. İlerleyen yıllarda yapılan araştırmalar, kobaylar için geçerli olan bu sonucun, insanlar için de geçerli olduğunu ortaya koydu. Epilepsi hastalığı olan insanlara SMR beyin dalgalarını arttırmaları öğretildi ve bu hastalığa bağlı olarak geçirdikleri nöbetlerin azaldığı görüldü. 70’lerin başında, SMR dalgasının arttırılmasının hiperaktivite ve huzursuzluk gösteren vakalarda da tedavi edici olduğu saptandı. Beyin dalgalarının eğitilmesine dayanan ‘neurofeedback’ tedavi yöntemi de böylece doğmuş oldu.

Psikiyatrik ve nörolojik hastalıklarda kullanılıyor

Bugün dünyada Washington Üniversitesi, Londra Kraliyet Koleji, UCLA, Chicago Illinois Üniversitesi, Cambridge Üniversitesi, Rochester Teknoloji Enstitüsü, Tennese Üniversitesi ve Northwestern Üniversitesi gibi onlarca okulda eğitim ve araştırma departmanı bulunan neurofeedback, Hollanda, İsviçre, Almanya, Belçika ve ABD’de Teksas gibi bazı eyaletlerde genel sağlık sigortası kapsamında yer alan bir tedavi yöntemi. Minneapolis Gazi İşleri Departmanı Tıp Merkezi ile Bergen ve Goethe Üniversitesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi bölümlerinde, NASA tarafından da astronot eğitimlerinde kullanılan bu tedavi yaklaşımı, günümüzde epilepsiden menopoza, hiperaktiviteden dikkat bozukluğuna, depresyondan, takıntıya, kişilik bozukluklarından panik atağa, anksiyeteden alkol ve uyuşturucu bağımlılığına, migrene kadar pek çok hastalıkta başarıyla uygulanıyor. Yalnız hastalıklarda değil, zihinsel ve fiziksel performans arttırmak için de kullanılıyor.

Tedavi beyin gücüyle çalışan oyunlarla yapılıyor

Neurofeedback özetle, kişiye kendi beyin dalgalarının karakteriyle ilgili bilgi verilirse (EEG aracılığıyla), o kişinin kendi beyin dalgalarını değiştirmeyi öğrenebileceği ve bu değişikliklerin kalıcı olacağı ilkesine dayanıyor. Buna bir tür beyin egzersizi de denebilir. Yöntemin temelinde, hastanın seanslarda zihin oyunları oynaması yatıyor. Neurofeedback seanslarında hasta, kafasına (saçlı deriye) yerleştiren elektrotlar vasıtasıyla bilgisayara bağlanıyor. Elektrotlar, beynin hastalıkla veya arttırılması talep edilen performansla ilgili bölgesinden gelen elektrik paternlerini yani elektrik akımlarını ölçüp ekrana yansıtıyor. Kesinlikle beyne herhangi bir elektrik akımı verilmiyor. Hasta elektrotlar aracılığıyla monitörden, söz konusu bölgedeki beyin dalgalarını görebiliyor. Bu dalgaların görüntüsü hastaya bir oyun aracılığıyla gösteriliyor. Örneğin bir roller coaster sürme veya uçak uçurma oyunu aracılığıyla. Hasta, uçağa konsantre olduğu anda oyun başlıyor. Yani oyun, kişinin beyin gücüyle çalışıyor da diyebiliriz. Hedef, uçağı ekranın ortasındaki çizginin üst kısmında tutmak (beta dalgalarını arttırmak) veya çizginin altında tutmak (theta dalgalarını arttırmak) olabilir. Bu hedef, hastanın hangi beyin dalgalarını arttırması veya azaltması gerektiğine göre değişiyor. Tıpkı diğer bilgisayar oyunlarında olduğu gibi görsel ve işitsel motivasyonlarla hastanın oyuna devam etmesi sağlanıyor. Oyun, hastanın beynindeki belirli bir bölümün dalga boyuna ayarlı olduğundan, kişi oyunda başarılı oldukça, iyileşmek için arttırması veya azaltması gereken beyin dalgasını gerekli frekansa getirmiş oluyor. Bunu seanslar aracılığıyla sık sık tekrarlayan beyin, istenilen frekansı üretmeye şartlanıyor böylece. Hasta thetayı, deltayı azaltıp, hızlı dalgaları yani betayı, SMR dalgasını yükseltmeyi öğrenebiliyor yani. İki, üç aylık seansların ardından kişi, gerekli olduğunda beyin dalgalarını aktive etmeyi ya da pasifleştirmeyi öğrenmiş oluyor. Bu tedavi tamamen beynin adaptasyon yeteneğini kullanmakla ilgili. Haftada 2-3 kez uygulanarak harekete geçirilen beynin adaptasyon yeteneği, normalden farklı çalışan sinir hücrelerini tekrar normal fonksiyonunda çalışmaya adapte ediyor.

Aman kafanızı çarpmayın, çarptırmayın

Türkiye’de 10 yıldır ‘neurofeedback’ tedavisini uygulayan Sağlıklı Yaşam Kliniği’nin kurucusu psikiyatrist Dr. Tanju Sürmeli’den, yöntemin nasıl işlediği ve başarı oranları hakkında bilgi aldık. Beyin dalgalarının normalden sapmasında en önemli etkenin, düşme kaynaklı kafa travmaları olduğunu belirten Dr. Sürmeli, “Bırakın yakın bir zamanda düşmeyi, çocuk yaşta alınan kafa travması bile 20 yıl sonra birden ortaya çıkıp etkisini gösterebilir ve çeşitli psikiyatrik hastalıklara sebebiyet verebilir” diyor.

Prozac kazancının yüzde 11’ini hakediyor

Dr. Sürmeli’den aldığımız bilgilere göre, bu tedavi yöntemi en fazla epilepside kullanılıyor. Başarı oranı bu hastalıkta yüzde 65-82 arası. Dikkat eksikliği ve hiperaktivitede ise başarı oranı yüzde 75. Uyuşturucu ve alkol bağımlılığı tedavisinde de başarı oranı yüzde 78-80 arasında. Alkol tedavisinde kullanılan ilaçların başarı oranının yüzde 44, uyuşturucu tedavisinde kullanılanların ise yüzde 20 olduğunu, iyileşenlerden yüzde 66’sının bir yıl içinde alkole, yüzde 80’inin de uyuşturucuya geri döndüğünü düşündüğümüzde, ‘neurofeedback’in başarı oranı daha iyi görülebiliyor. Dr. Sürmeli, depresyon tedavisinde ‘neurofeedback’in ilk üç gün içinde etkisini göstermeye başladığını, ilk on günde uykunun düzene girdiğini ve hastanın hayattan zevk almaya başladığını, yirmi gün içinde de iyileştiğini söylüyor. İsviçre’de yapılan bir araştırmaya göre, antidepresan alan hastalarda ilacın etkisi ilk iki ayda yüzde 70-80 olarak görünürken, bu etki altı ay sonunda yüzde 24’e, bir yıl sonunda da yüzde 11’e düşüyor. “Prozac senede 29 milyar dolar yapıyor. Demek ki bunun yalnızca yüzde 11’ini hak ediyor” diyen Dr. Sürmeli, psikiyatristlerin teşhis koymadan önce mutlaka kişinin kafa darbesi alıp almadığını araştırması gerektiğini söylüyor.

Topuklu ayakkabı manik atak yaptı

“Bana bir bayan hasta getirdiler. Bu hasta yolda topuklu ayakkabıyla yürürken ayağı çukura girmiş ve sırt üstü düşüp kafasını çarpmış. İki gün sonra manik atak geçirmiş, ‘ben şöyleyim, ben böyleyim’ diye olmayacak sözler sarf etmeye başlamış. Hemen hastaneye kaldırmışlar ve manik atak teşhisi konmuş, tedavisi yapılmış, ancak hasta iyileşmemiş. Daha sonra bana getirmişler. Ben hastanın düştüğünü ortaya çıkardım ve ‘neurofeedback’ tedavisi uyguladım. Buradan iyileşerek ayrıldı hasta. Mesela, şu İzmir’de üç kişiyi öldüren seri katil vakası... Adam zaten dürtüsel davranışlar gösteriyormuş, hırsızlık yapıyormuş. Ne oldu da kafasının içinden biri ona ‘çık dışarı birini öldür’ dedi. Belli ki adamın beyninde elektrik akımı bozulmuştu ve fire vermek için bekliyordu. Genel olarak zaten katillere bakıldığında ABD’de, çocukluktan getirdikleri tedavi edilmemiş dikkat eksikliği ve hiperaktivite gibi sorunlar oluyor. Literatüre geçmiş bir olay var ABD’de. Çok iyi bir ailenin, mülayim, iyi niyetli, derslerinde başarılı bir çocuğu var. Çocuk bir gün bisiklet kullanırken düşüyor ve kafasını çarpıp geçici olarak bilincini kaybediyor. Üç gün sonra bu çocuk bir silah alıp okuluna gidiyor ve dört kişiyi öldürüyor. Eğer çocuğun düştükten sonra EEG’sine bakılıp önlem alınsaydı, belki o cinayetleri hiç işlemeyecekti. “

Performans arttırmak için de ‘neurofeedback’

Neurofeedback, fiziksel ve zihinsel performans arttırma için de kullanılıyor. Yöntem, amatör ve profesyonel olimpiyat atletleri tarafından beynin ‘software’i olarak tanımlanıyor. Bir oyuncu maç günü çok heyecanlı ve kendini baskı altında hissediyorsa, anksiyeteye bağlı olarak, fazla beta aktivitesi gösteriyor. Bu, yoğun dikkat dalgasıdır. Beta dalgası dikkat dalgası olmasına rağmen, beyinde fazla üretilen beta dalgası anksiyete yarattığından, kişiyi gergin ve agresif yapar, yanlış kararlar vermesine neden olur. Beyne fazla beta dalgasını azaltmayı öğrettiğimizde, aynı oyuncu daha sakin bir şekilde maça çıkıp doğru kararlarla kendisini ve takımını galibiyete taşıyabilir. Bir basketbolcunun heyecanla topu fileden geçirememesi ya da tenisçinin puan kaybetmesi, o sırada beynin ön bölgesinde theta veya beta dalgalarında artış olduğundandır. Araştırmalar, alpha dalgalarını arttırarak dikkat ve konsantrasyonun arttırılabildiğini, odaklanma problemlerinin azaldığını gösteriyor. Arizona State Üniversitesi’nde okçular üzerinde yapılan araştırmalarda, sol hemisferde alpha dalgası çalışıldığı zaman okçuların hedefi şaşırmadıkları tespit edilmiş. Aynı etkiler golfçüler, basketbolcular ve atıcılarda da gözlemlenmiş. UCLA’dan Dr. Sterman ise, pilotların alana inişlerinin simule edildiği bir çalışma yapmış ve pilotların beyin dalgalarını kaydetmiş. Deneyde, iniş sırasında beyinde ilgili bölümdeki theta ve alpha ritmini azaltabilen en iyi altı pilot daha sonra B2 bombardıman öğretmeni olarak görevlendirilmiş. Bugün, ‘neurofeedback’, The Resilience Institute for Performance Improvement (Performans Geliştirmek için Esneklik Enstitüsü), David Leadbetter Golf Academy (David Leadbetter Golf Akademisi), ABD, Norveç ve Tayvan Olimpik idman merkezleri, United States Army’s Centers for Enhanced Performance (ABD Ordu Performans Geliştirme Merkezleri) ile US Army National Marksmanship Team (ABD Ordu Ulusal Atıcılık Takımı) gibi yerlerde performans arttırıcı olarak kullanılıyor.

Sürmeli’nin şizofreni çalışmasına ABD’den fon

Dr. Tanju Sürmeli’nin yaptığı klinik araştırmalar uluslar arası saygın dergilerden Clinical EEG and Neuroscience dergisinde de yayınlandı. ‘Neurofeedback’in kişilik bozukluklarında kullanımıyla ilgili çalışması geçen yıl, zeka özürlü çocuklar üzerinde kullanımıyla ilgili çalışması ise bu yılın Ocak ayında yayınlandı. 19-48 yaş arası kişilik bozukluğu (kural tanımaz, saldırgan kişilikler) olan 13 hasta üzerinde yapılan çalışmanın sonunda, hastalardan 12’sinde düzelme kaydedildi ve 10 tanesi kitap okumaya başladı. 10-15 yaş arasında 23 zihinsel engelli çocuk üzerinde yapılan çalışmanın sonunda ise, ‘neurofeedback’ uygulanan çocukların 21 tanesinde 10 ile 19 puan arasında IQ artışı görüldü. Burada söz konusu olan çocuklara zeka ilave etmek değil elbette, kullanılamayan mevcut kapasitelerini kullanılabilir hale getirmek. Dr. Sürmeli’nin son beş yıl içerisinde 52 şizofren hastası üzerinde yaptığı çalışmada ise (ki ilk kez bu tedavi yöntemi şizofrenide kullanılıyor), ‘neurofeedback’ seansı alan hastalarda kulağa gelen sesler, şüpheler ve paranoyalarda azalma görüldü. Bu çalışmanın özeti de söz ettiğimiz dergide yayınlandı, tüm makale yakında yayınlanacak ancak şimdiden ABD’deki National Institute of Mental Health (Ulusal Akıl Sağlığı Enstitüsü) bu araştırmanın daha geniş kapsamlı olarak yapılması için 1 milyon 200 bin dolarlık fon açmış. Araştırmayı Wayne State Üniversitesi’nden nöroloji ve psikiyatri profesörü Dr. Nashaat Butros yapacak, Dr. Sürmeli de bu çalışmaya Türkiye’den katkıda bulunacak.

Londralı taksiciler hatırlamıyor

Beyin dalgalarının normalden sapmasında mesleki etkiler de olabiliyor. Örneğin sürekli kronik stres altında çalışan Londra taksicileri üzerinde yapılan bir çalışma, beyinlerindeki hafıza merkezi olan hipokampus’ta küçülme olduğunu göstermiş. Dr. Sürmeli, ağır stresin çocuk ve yetişkinlerin beyinlerinde hücresel zarara yol açtığını ve doku kaybına sebebiyet verdiğini belirtiyor.

Dr. Tanju Sürmeli kimdir?

1989 yılında 9 Eylül Tıp Fakültesi’nden mezun olduktan sonra psikiyatri ve nöropsikiyatri eğitimi almak üzere ABD’ye gitti. New York Medical College ve Columbia Üniversitesi’nde eğitimini tamamladıktan sonra Columbia Üniversitesi İlaç Araştırmaları Bölümü’nde, Manik Depresyon Vakfı’nda ve Hartford Hastanesi’nde (Institute of Living) çalıştı. 99 depreminde Türkiye’ye geri döndü ve 2000 yılında İstanbul Esentepe’deki Sağlıklı Yaşam Kliniği’ni kurdu.


Beynimizdeki Dalgalar

Delta (0.1-3 Hz): En düşük frekanstır. Derin uykuda ve empati hissedildiğinde görülür. Bilinçaltı düşünceyi yansıtır. Fiziksel dünyadaki farkındalığımızı azaltmak için delta dalgalarını arttırırız. Dikkat eksikliği olanlar, odaklanmaya çalıştıklarında delta dalgalarını düşüreceklerine arttırırlar. Bu dikkati kısıtlar.

Theta (4-8 Hz): Yavaş aktivite olarak sınıflandırılır. Yaratıcılık, sezgi, hayal kurma, fantezi kurma, hatıralar ve duygular için mahzendir. Theta dalgaları içe dönük odaklanma, meditasyon, dua, ruhani farkındalık sırasında kuvvetlidir. Uyanıklık ile uyku arasındaki durumu yansıtır. Endişe, kuruntu, huzursuzluk sırasında da gözlemlenir. Artması konsantrasyonu azaltır.

Alpha (8-12 Hz): Sağlıklı alpha üretimi zihinsel beceriyi arttırır, rahatlama duygusunu yükseltir. Bu durumda kişi elindeki işi başarmak için hızlı ve etkili hareket edebilir. Bilinç ve bilinçaltı arasında bir köprü gibidir. Alpha, öğretilenleri anlama ve kullanma anlamında çok önemlidir. Odaklanmayı sağlar.

Düşük Beta ‘SMR’ (12-15 Hz): Odaklanmış dikkat ve konsantrasyon ile ilişkilidir.
Beta (12 Hz üzeri): Plan, organizasyon ve matematik ile ilişkilidir. Analitik bir problem çözerken, karar verme veya yargıya varma durumunda aktiftir.

Gamma (25-100 Hz): Üst düzey performansla ilişkilidir.

Dr. Sürmeli yeni çıkan kitabı “Beynin iyileştirme gücü”nde ‘neurofeedback’i ve tüm klinik çalışmalarını ayrıntısıyla anlatıyor.

30 Mart 2010 Salı

Kanser hücrelerini öldüren oyun

KANSER HASTASI ÇOCUK VE ERGENLER İÇİN GELİŞTİRİLEN BİLGİSAYAR OYUNU ‘RE-MİSSİON’ TEDAVİLERİN ETKİSİNİ ARTTIRIYOR.

Kanser hücrelerini öldüren oyun

Lara Croft’tan esinlenilerek geliştirilen nanobot kadın savaşçı Roxxi, kanser hücrelerine meydan okuyor. Elindeki kemoterapi silahıyla, 20 level boyunca tüm bedeni ve organları gezen Roxxi, hasta hücreleri yeni ve sağlıklı olanlarıyla değiştiriyor.

ÜRÜN DİRİER, urun.dirier@aktuel.com.tr

Bütün gününü bilgisayar oyunu oynayarak geçiren çocuklar, video oyunu bağımlılığı, söz konusu oyunların çocukların bedensel ve zihinsel gelişimlerine yaptığı negatif etkiler hemen her gün bir gazete, TV veya internet haberinde karşımıza çıkıyor. Uzmanlar ise aileleri, anti sosyal kişilik bozukluğuna bile yol açacağı iddia edilen bu tür oyunlardan çocuklarını uzak tutmaları konusunda uyarıyor. Peki bir bilgisayar oyununun aslında işe yarayabileceğini, tedavi amaçlı kullanıldığını, hatta ve hatta kanser tedavisinde doktorlar tarafından önerildiğini söylesek? Herhalde şaşırırsınız!

Kanser hastası çocuk ve ergenler için tasarlanan Re-mission adlı üç boyutlu bilgisayar oyunu, ABD, Avustralya ve Kanada’daki pek çok kanser merkezinde tedavi desteği olarak oynatılıyor. www2.re-mission.net adresinden ücretsiz olarak indirilebilen oyunda, Roxxi adlı cesur bir nanobot kadın savaşçı, elindeki kemoterapi ve radyoterapi cihazlarıyla kanserli hücreleri tek tek parçalayarak canlarına okuyor. Mide bulantısı, kabızlık, saç dökülmesi gibi yan etkileri kontrol altında tutuyor. Enfeksiyonlarla antibiyotik silahı kullanarak savaşıyor. Rahatlama teknikleriyle ve faydalı yiyecekler yiyerek direncini arttırıyor, gitgide güçleniyor. Topladığı proteinlerle yeni ve sağlıklı hücreler kazanan Roxxi, her başarısının ardından ukalaca gülümseyerek “Şimdi daha iyi!” diyor. Tomb Raider serisinin güzel kahramanı Lara Croft’tan esinlenilerek tasarlanan Roxxi, 20 level boyunca, her seviyede silahlarının gücü artmış olarak beden içerisinde organdan organa dolaşıp kanserli hücreleri öldürüyor.


34 merkezde denendi, 145 bin kopyası oynanıyor

California merkezli HopeLab (Umut Laboratuarı) Tıbbi Araştırmalar Merkezi tarafından geliştirilen ve 2008 yılında saygın bilim dergilerinden Pediatric’te (Amerikan Pediatri Akademisi’nin dergisi) yayınlanarak bilim dünyasına tanıtılan oyun, California-Los Angeles Tıp Fakültesi, Norfolk King’s Daughters Çocuk Hastanesi, Houston MD Anderson Kanser Merkezi’nin de aralarında bulunduğu 34 merkezde kanserli çocuk ve ergenler üzerinde denendi ve bu merkezlerde halihazırda kullanılıyor. Bunun yanı sıra, geçtiğimiz yıl itibariyle 145 bin kopyası dünyanın 81 ülkesinde oynanmış olan Re-mission, sanal ortamdaki duyguları gerçek duygulara dönüştürerek iyileşmeyi hızlandırıyor. Hastalara ‘yenilen değil yenen taraf olma’, ‘baş edebilme’, ‘savaşabilme’, ‘güçlü olma’, ‘hastalık üzerinde hakimiyet kurma’ hislerini yaşatarak hastalığa bakış açılarını değiştiren oyunun, beyin fonksiyonları üzerinde önemli bir etki yarattığı da araştırmalarla sabit. Stanford Üniversitesi’nden psikoloji profesörü Brian Knutson’ın manyetik rezonans desteğiyle yaptığı araştırmaya göre oyun, beynin motivasyon, öğrenme, hafıza ve duygulanım gibi kilit bölgelerini aktive ediyor.

Re-mission tedavilerin etkisini arttırıyor

Oyunu geliştiren ekibin başında bulunan kişi ise sağlık psikolojisi alanında dünyaca ünlü isimlerden biri olan Dr. Pamela M. Kato. Kato, HopeLab’ın yanı sıra Hollanda Utrecht Üniversitesi Tıp Merkezi, Hasta Güvenlik Birimi’nde de görev yapıyor, hastalık oyunları geliştiriyor. Telefon aracılığıyla ulaştığımız Dr. Kato, oyunun nasıl işe yaradığıyla ilgili olarak şunları söylüyor: “Re-mission hastalara bu hastalıkla savaşabileceklerine dair güven aşılıyor. Bu oyunu oynayan hastalar, kontrol grubuna kıyasla tedavilerine daha çok ilgi duyuyor, ilaç ve tedavilerinden daha çok fayda görüyorlar. Bir kere bakış açıları değişiyor, kemoterapiyi saç döken bir şeyden ziyade bir kanser savaşçısı olarak algılamaya başlıyorlar. Kanada, ABD ve Avustralya’daki çeşitli merkezlerde 13-29 yaş arası toplam 375 hasta üzerinde bir deney yaptık. Hastaları iki gruba ayırdık. Test grubuna haftada en az bir saat Re-mission, kontrol grubuna da Indiana Jones and the Emperor’s Tomb oyununu oynattık. Re-mission oynayan gruptaki hastalardan diğer oyunu oynayan gruba kıyasla yüzde 16 daha fazlası, ilaç ve kemoterapi tedavilerine büyük bir gönüllülükle iştirak etti ve aldıkları tedaviden, diğerlerine kıyasla daha çok fayda gördüler. Üstelik Re-mission oynayan gruptaki hastalar hastalıklarına dair daha çok bilgi sahibi olarak, kendilerini konuya hakim hissediyorlar. Bu da iyileşebileceklerine olan inançlarını, motivasyonlarını yükseltiyor. Belirtmek gerekir ki, yaş grubu küçüldükçe oyunun etkisi ciddi oranda artıyor. Ayrıca Re-mission oyuncularında kemoterapi ve ilaçların etki süresi de uzuyor. Yüzde 16’lık başarıyı arttırmak için oyunu devamlı geliştiriyoruz. Bunun için oyuncularımızın görüşlerinden faydalanıyoruz.”

ODTÜ kanser oyunu geliştiriyor

Türkiye’de de sağlık oyunları üzerine çalışan bir ekip var. ODTÜ bünyesinde bulunan Teknokent Animasyon Teknolojileri ve Oyun Geliştirme Merkezi’nden (METUTECH-ATOM) Zibumi adlı bir oyun geliştirme grubu, söz konusu oyunlar üzerine çalışıyor. Grubun lideri Elif Buğdaycıoğlu’nun 2008 yılında gazetede okuduğu bir haber ile başlayan sağlık oyunları merakı, Re-mission gibi bir oyun geliştirme projesiyle devam etmiş. Buğdaycıoğlu hikayeyi şöyle anlatıyor: “Sektör taramaları yaparken, yabancı bir gazetede, sol tarafı tamamen felç olan ve sol gözünde yüzde 100 görme kaybı olan bir hastanın bilgisayar oyunu sayesinde iyileştiği yazıyordu. Meğer eşi, yatalak kocasını belki biraz avutabilir diye ona ‘gizli nesne’ oyunları oynatıyormuş internetten. Gizli nesne oyunları el-göz koordinasyonunu sağladığından, göz kaslarını çalıştıra çalıştıra sonunda sol gözü açılmış adamın. İşte bu hikayeyi okuduktan sonra sağlık oyunları üzerine taramalar ve araştırmalar yapmaya başladık biz de.” Bunun üzerine ekip kanserli çocuklara yönelik bir oyun geliştirmeye karar vermiş. Tıp ve çocuk psikolojisi alanında uzman hocalarından danışmanlık almışlar. Bu tür oyunların kültürlere göre değişeceğini ifade eden Buğdaycıoğlu, “Hastalık oyunlarında amaç çocuğun bilgisayar başındayken hissettiği kahraman olma, yenilmeyen olma, kazanan olma duygularını bilgisayarı kapattığı zaman da devam ettirebilmesidir. Özellikle kanser oyunu için bu böyle. Kanseri yenmede hastanın psikolojik olarak güçlü hissetmesinin çok etkili olduğunu artık doktorlar da kabul ediyor. Dolayısıyla çocuk bilgisayar başından kalktığında bu hislerin devam etmesi için bilgisayardaki ortam ile gerçek ortamı arasında bir benzerlik, bir yakınlık kurabilmesi şart. Bir kere konuşmalar, deyimler Türkçe olmalı. Belki de kendi yaşadığı ortamda bulabileceği türden nesneler ve objeler koymalıyız oyuna. Hala proje aşamasında olduğumuz için bunlar üzerinde düşünüyoruz” diye konuşuyor.

Sağlık için oyun vakti!

Oyunu çocuklara yönelik geliştirmelerinin nedenini ise “Çocuklar yetişkinler gibi değiller, fantezi dünyalarını gerçeğe katmaya daha yatkınlar, önyargısızlar. Kurulan dünyanın içine girmekte bir yetişkin gibi zorlanmazlar. O nedenle kanser tedavisine destek olacak oyunların iyileştirici etkisinden fayda sağlayabilirler” şeklinde açıklıyor Buğdaycıoğlu. Zibumi ekibinden Nur Hilal Gerçek ise dünyada sağlık oyunlarının kanser oyunlarından ibaret olmadığını, çok çeşitli oyunlar olduğunu anlatıyor. Örneğin ABD ve özellikle de Japonya’da Alzheimer tedavisine yönelik olarak kullanılan hafıza güçlendirici oyunlar varmış. Google’a ‘brain fitness’ yazınca çok sayıda web sitesiyle karşılaşıyorsunuz bu alanda çalışan. Psikolojik rahatsızlıklar için ‘olumlu düşünme’ oyunları da varmış, www.mindhabits.com adresinden indirebileceğiniz. Dikkat eksikliği ve hiperaktivite için de (www.healthygaming.com), zihinsel kapasiteyi arttırmak için de (www.mindball.com.tr) oyunlar mevcut... Hatta yanık tedavisinde bile kullanılan bilgisayar oyunu var. Washington Üniversitesi Sanal Gerçeklik Analgesia Araştırma Merkezi, Harborview Yanık Merkezi ve Imprint İnteraktif Teknoloji işbirliğinde geliştirilen ‘Snow World’ adlı oyun, karla kaplı bir bölgede geçiyor. Dünyada pek çok yanık merkezinde oynatılan bu oyun araştırmalara göre yanık acısını yüzde 40 ila 50 arasında düşürüyor. Oyunun işe yarama mantığı ise basit; karla kaplı, her yerin soğuk olduğu bir alanda geçen oyun, sanal gerçeklik yaratarak oyuncuya hakikaten de serinlik hissi veriyor. Gerçek, özellikle ABD ve İngiltere’de oyun geliştirme şirketlerinin üniversitelerle ortaklaşa çalıştığını da sözlerine ekliyor.

Re-mission oyuncuları

Rashida Wilkins 20 yaşında. 16 yaşından beri Re-mission oynuyor. Beyninde tümör var ve daha önceden dört kez ameliyat olmuş. Tedavi gördüğü The King’s Daughters Çocuk Hastanesi’nde tanıştırılmış bu oyunla. Pek çok beyin kanseri hastası gibi radyasyon terapisi yüzünden kısa süreli hafıza kayıpları yaşıyor. Oyun aracılığıyla kanser ile ilgili kitaplardan öğrendiğinden daha çok şey öğrendiğini, bunları kardeşi ve arkadaşlarıyla da paylaşabildiğini söyleyen Wilkins, oyunun moralini yüksek tuttuğunu anlatıyor. Lösemiyi yenmiş olan 15 yaşındaki Taylor Carol ise, Re-mission ile 11 yaşında hastalığının erken bir döneminde tanışmış. İyileşmesinin ardından HopeLab aracılığıyla hasta çocuklara Re-mission’ı anlatmaya başlamış. “Re-mission oynarken beni ailemden ve arkadaşlarımdan ayıran bir düşmandan öç alıyormuş gibi hissediyordum” diyor. Saçlarına yeniden kavuşan Carol son derece yakışıklı bir genç olmuş şimdilerde. 17 yaşındaki Aurean Donzell de kanseri yenmiş olan bir başka Re-mission oyuncusu. Hopelab, oyunun etkisini arttırmak için bu aralar Donzell’in danışmanlığından faydalanıyor. Bu arada, Re-mission’dan başka www.cancergame.org adresinden de ücretsiz olarak indirilebilen bir kanserle savaş oyunu mevcut.


“Oyunsal mücadele beyindeki mücadeleyi destekler”

Türkiye’de kanser psikiyatrisi ile ilgili bilim dalını kuran, 20 yılı aşkın süredir kanserli hastaların yaşadığı psikiyatrik sorunlar üzerine bilimsel çalışmalar yürüten İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Sedat Özkan (Konsültasyon-Liyezon Psikiyatrisi Bilim Dalı Başkanı ve Onkoloji Enstitüsü Psikososyal Onkoloji Bilim Dalı Başkanı) da Re-mission oyununun yetişkinlerde değil de çocuk ve ergenlerde işe yaramasıyla ilgili olarak, “Çocuklar yetişkinlere göre daha somut düşünmekteler. Bilgisayar oyunları çocukların gözünde hastalığını yani düşmanını somutlaştırıyor. Bu da mücadeleyi canlı tutmak açısından önemli. Böylelikle hastalıklarını ürkütücü algılamazlar ve yaşadıkları belirsizlik azalır. Görsel materyal kanser tanısının öğrenilmesi için de faydalıdır. Örneğin lösemi hastası olan ve kemik iliği nakli olacak bir çocuğa bilgisayarda otları kurumuş bir tarla gösterilerek ‘senin de kemik iliğindeki bazı hücreler böyle, biz onların yerine yenilerini koyacağız’ denerek açıklama yapılabilmekte ve böylece görsel malzemelerden faydalanılmaktadır. Aynı zamanda, bu oyunlar çocuğu meşgul eder ve mücadele dürtülerini arttırır. Başarı duygusunu destekleyen her şey başarmışlık duygusunu yükseltir. Oyunsal ve görsel mücadele beyindeki mücadeleyi destekler. Yetişkinlerde ise soyut düşünce gelişmiştir ve duygularını ifade etmek için başka yöntemler geliştirmişlerdir. Bilgisayar oyunları çocukların görsel olarak daha fazla ilgisini çektiği için çocuklar bu yöntemden yetişkinlere göre daha fazla yararlanmakta” şeklinde konuşuyor.

“Kültürel farklar sonuçları etkiler”

Türk Pediatrik Onkoloji Grubu Başkanı, Amerikan Hastanesi pediatri bölümünden Rejin Kebudi (Cerrahpaşa Tıp Fakültesi öğretim üyesi) ise Türkiye’de her yıl yaklaşık 3 bin çocuğa kanser tanısı konduğunu ve Re-mission gibi oyunların tedavi uyumunu sağlama konusunda faydalı olabileceğini belirterek, “Ancak kültürel farklar sonuçları etkiler. O nedenle, özellikle ülkemiz için, tedavi uyumunda en önemli nokta hekim-hasta-aile işbirliği, iyi iletişim ve psikososyal destektir. Bu konuda Çocuk Kanserleri Sevgi ve Dayanışma Derneği (ÇOKSEV) gibi sivil toplum örgütlerinin gönüllü etkinliklerinin yararı vardır” diye konuşuyor.

26 Şubat 2010 Cuma

Japon robotlarını eğiten Türk!

“ROBOTLAR ÜZERİNE YAPILAN ARAŞTIRMALARIN TEK AMACI ROBOT GELİŞTİRMEK DEĞİL, BU SÜREÇTE İNSANLARI DA DAHA İYİ ANLIYORUZ. “

Japon robotlarını eğiten Türk!

Türkiye’de doğup büyüyen, ODTÜ fakülte birincisi Kayserili Bilge Mutlu, şimdi dünya robot teknolojisinin iplerini elinde tutuyor. Wisconsin Üniversitesi (Madison) Bilgisayar Bilimleri Bölümü İnsan-Robot Laboratuarı’nın başında bulunan Mutlu, insansı robotlar tasarlıyor. Robotlara beden dilini öğreten bu çılgın bilim adamı, hastane ve okullarda yaptığı “robo-sosyolojik” deneyleriyle biliniyor.


Kural 1: Bir robot asla bir insana zarar vermez ya da bir insanın zarar görmesine izin vermez.
Kural 2: Bir robot insanlara mutlaka ve her koşulda itaat etmelidir.
Kural 3: Bir robot birinci ve ikinci kurala karşı gelmemek kaydı ile varlığını muhafaza etmekten sorumludur.

Ünlü bilimkurgu yazarı Isaac Asimov’un aynı isimli romandan uyarlanan “I, Robot” filmini izlemiş olanlar bu üç kuralı hatırlayacaktır. 2004 yılında vizyona girdiğinde gişe hasılat rekorları kıran film, 2035 yılında insan hayatının birer parçası hâline gelmiş olan robotların nasıl katile dönüştüklerini anlatıyordu. Henüz robot çağı başlamış değil ancak çok da uzak değil. Şimdilik teknoloji fuarlarında sevimlilik yapıp çocukları güldürmekle yetiniyorlar ama ileride başımıza dert olurlar mı bilemeyiz. “Japonlar’a sormak lazım” dediğinizi duyar gibiyim ama yanılıyorsunuz, Bilge Mutlu’ya sormak lazım! İnsansı robot tasarımında dünyaca kabul gören bir isim kendisi. Wisconsin Üniversitesi (Madison) Bilgisayar Bilimleri Bölümü İnsan-Robot Laboratuarı’nın başında bulunan çılgın bir bilim adamı. Hem Bilgisayar Bilimleri hem de Endüstriyel ve Sistem Mühendisliği bölümünde yardımcı doçent olarak görev yapan Kayserili Bilge Mutlu, geleceğimizin dünyasını tasarlıyor. Robot-insan ilişkileri üzerine interaktif sosyal davranış modellemesi üzerine çalışıyor. Daha anlaşılır bir dille, insansı robotlar dizayn ediyor. Yani muhtemelen 50 yıl sonra pat diye odanızın kapısını açıp “Ne içersiniz?”, “İlacınızı aldınız mı?”, “Biraz dertleşmek ister misiniz?” gibi sorular soracak olan yapay zekâ şahikalarının hafıza kartlarını yazıyor. Özellikle beden dili üzerine çalışan Mutlu, eğitim alanında, iş dünyasında, otistik çocukların rehabilitasyonunda ve yaşlı insanların hayat kalitelerinin yükseltilmesinde kullanılacak tasarımlar üzerine eğiliyor. Dünyaca ünlü Japon bilim adamlarıyla birlikte ortak projelere imza atan Bilge Mutlu, yalnızca en iyi tasarımı yapmak için kafa yormuyor. Hastane ve okul gibi sosyal ortamlarda “robo-sosyolojik” diye adlandırabileceğimiz deneyler yapıp, robotların davranışlarına nasıl tepkiler verildiğini inceliyor ve modifikasyonları bu doğrultuda geliştiriyor. Honda’nın Asimo’su, Hiroshi Ishiguro’nun Geminoid’i, ATR’nin Robovie’si ve Mitsubishi’nin Wakamaru adlı robotu, Mutlu’nun deneylerinde kullandığı dört Japon robot. Araştırmaları ve makaleleri pek çok yabancı bilim dergisinde yayınlanan ve uluslararası konferanslarda yankı uyandıran Bilge Mutlu’ya ulaştık. Bize çalışmalarını anlattı ve sorularımızı yanıtladı.

*“Robot-insan ilişkileri üzerine interaktif sosyal davranış modellemesi” ne demek?

İnsanlar sosyal varlıklardır. Washington Üniversitesi’nden Patricia Kuhl, bebeklerin ikinci bir dili öğrenebilmesinde üç etkeni karşılaştıran bir araştırma yapmıştı. Bebeklerden bazıları sözkonusu dili konuşan bir yetişkinle yüzyüze etkileşerek, bir kısmı onun konuştuğu bir video kaydını izleyerek, bir bölümü de ses kaydını dinleyerek yeni kelimeler öğrenmişlerdi. Daha sonra bu bebekler tek tek test edildi ve sadece yüzyüze, sosyal etkileşim ile öğrenen bebekler yeni kelimeleri hatırlayabildi. Bu, insan gelişiminin sosyal etkileşimle gerçekleşebildiğini gösteren çok güzel bir örnek. Benim ilgi alanım ise, insanların bu sosyal özelliğini kullanarak, onların hayatlarını iyileştiren yeni teknolojiler geliştirmek. Bu teknolojilerden özellikle sosyal robotlar ve sanal karakterlerin geliştirilmesine yoğunlaşıyorum. Esas olarak yaptığım şey, insan sosyal davranışlarını sayısal modellere çevirmek. Mesela, bir sosyal robotun bir insanla sohbet edebilmesi için, robotun hem konuşması hem de beden dilini kullanması; hem de karşısındaki insanın sözlerini ve vücut dilini anlayabilmesi, ona karşılık vermesi gerekir. Ben de işte bunun üzerine çalışıyorum.

*Robotlarla iletişimde beden dili neden önemli?

Robotları günlük yaşama entegre edebilmek için. Bu yüzden vücut dilindeki belli işaretler üzerinde çalışıp ona göre robot beden dili geliştirmeye uğraşıyoruz. Üstelik psikolojik çalışmalar insan beden dillerinin konuşmadan daha çok ve daha doğru bilgi taşıdığını gösteriyor.

*Şimdiye kadar ne gibi çalışma ve araştırmalar yaptınız?

Örneğin bir tanesi Honda’nın ASIMO robotuyla yaptığım bir deney. Robot önce öğrencilere hikâyeler anlatmaya başladı. Bir süre sonra ise baktığı yeri değiştirerek dikkatini birkaç öğrenciye yönlendirdi. Sonrasında bu öğrencilere uyguladığım testin sonuçları gösterdi ki, robotun dikkatini yönelttiği öğrenciler, robotun anlattığı hikâyeyi daha iyi hatırlıyorlar. Bu sonuç, eğitim alanında birçok yeni fikrin ilham kaynağı olabilir. İnsanların robotlara hangi şartlar altında nasıl yaklaştıklarını da inceliyorum. Mesela insanlar aynı robotu rekabet şartları altında başka, işbirliği şartları altında daha başka algılıyor. Yani robot can sıkıcı da olabiliyor, dost da! Ayrıca benim doktoramı yaptığım Carnegie Mellon Üniversitesi ve Stanford üniversitesinden araştırmacıların başlattığı “People and Robots” projesinin de bir parçasıyım. ABD Ulusal Bilim Kurumu’nun desteğiyle başlatılan bu proje kapsamında, sosyal robot tasarımı üzerine çalışılıyoruz.

*Hastane ve okul gibi sosyal ortamlarda yaptığınız “robo-sosyolojik deney”lerden bahsedebilir misiniz?

Öğrenciler üzerinde yaptığım, az önce sözünü ettiğeim deneyden başka en önemli çalışmalarımdan bir tanesi, hastanelerde kullanılmaya başlanan TUG ismindeki bir dağıtım robotunun insan ortamına olan etkisi üzerindeki araştırmam oldu. Bu araştırma için bir yıl boyunca bu robotun bir hastanede hastane personeli, ziyaretçileri, hastaları ve hastanenin fiziksel ortamı ile etkileşimini inceledim. Hastanede robotu kullanan kişilerle röportajlar yaptım. Sonuç olarak hastane personelinin robota karşı yaklaşımının kanser ve doğum birimlerinde çok farklı olduğunu buldum. Bu farklılığın temel nedeni bu birimlerdeki hasta profiliydi. Örneğin kanser biriminde sürekli acil hasta transferleri olması, sık laboratuar testleri yapılması ve hemşirelerin hastalarla daha yakından ilgilenmesi nedeniyle robotun kullanımının bir dert haline geldiğini gördüm. Hatta bazen ona “Çeneni kapamazsan kameranı kırarım” diyenler bile oluyordu. Onu irite edici buluyorlardı.

*Nasıl bir robot TUG?

Hastanenin koridorlarını ve odalarını kendi navigasyon sistemiyle bulabilen, asansörleri kullanabilen, odalara ilaç taşıyan ve kapıya geldiğinde “TUG geldi” diye haber veren bir robot. Doğum bölümünde ise tam tersine personel TUG’u severek kullanıyordu. Ona “Dostum” diyenler de vardı. Bu araştırmam Amsterdam’daki İnsan-Robot Etkileşimleri Konferansı’nda en iyi makale ödülüne layık görüldü. Ayrıca robotu geliştiren firma bu araştırmanın sonuçlarından yararlanarak robotun tasarımında önemli değişiklikler yaptı. San Diego’da yapılan konferansta ise, beden dilini kullanan bir robotun insan ile olan etkileşimini araştıran bir çalışmam yine en iyi makale seçildi. Bu araştırmamda kullandığım robot sadece beden dilini kullanarak sohbet ediyordu ve bir soru sorduğunda kişilerden hangisine hitab ettiği hatasız bir şekilde anlaşılabiliyordu.

*Robot çağına sizce ne zaman gireriz ve insanlarla robotlar arasında yaşanabilecek ilk problemler sizce neler olabilir?

Robotların sosyal hizmetlerde bulunabilmesi, güvenli bir şekilde evlerimize, iş yerlerimize girebilmesi için yapay zekâ araştırmalarının çok ilerlemesi gerekiyor. Dolayısıyla kısa zamanda robot çağına girebileceğimizi düşünmüyorum. Robotlarla insanlar arasında birçok problemler yaşanabilir. Şu anda tartışılan en önemli konu, robotların insanlara zarar verdiği durumlarda etik olarak kimin sorumlu tutulacağı konusu. Örneğin bir robot kazaen bir insana zarar verdiğinde, robotun yazılımını geliştiren programcı mı, donanımı üreten üretici mi, robotu satın alan tüketici mi sorumlu tutulacak? Bu konular hem robotik araştırmacılarının hem de filozof ve etik bilimcilerin ilgisini çeken bir konu.

*İleride robot kullanımının artmasıyla insanların V-oli çizgi filmindeki gibi tembelleşebileceğini düşünüyor musunuz?

Hayır, düşünmüyorum. Örneğin, telefon keşfedildiğinde bazı insanlar iletişimin öldüğünü, artık kimsenin yüzyüze görüşmeyeceğini öne sürdüler. Tam aksi oldu, telefon iletişimi mümkün olmayan insanların iletişimini sağladı, yaşam kalitesini önemli ölçüde arttırdı.

*Japon bilim insanlarıyla ortak makaleleriniz var. Japonya ile de çalışıyor musunuz?

Son iki yıldır yılın bir bölümünü Japonya’daki ATR (Advanced Telecommunications Research-İleri Telekomünikasyon Araştırmaları) isimli bir araştırma kuruluşunun IRC (Intelligent Robotics and Communication Laboratuvarı-Akıllı Robot ve İletişim Laboratuvarı) bölümünde geçirdim. Hiroshi Ishiguro ve Takayuki Kanda adında iki araştırmacı ile hâlen devam eden çalışmalarım var. Ishiguro’yu belki duymuşsunuzdur. Kendinin ve kızının android kopyasını yapan bilim adamı. Beden dili ile alakalı çalışmalarımı bu android üzerinde yapıyorum.

*Gelecekte bizi ne tür robotlar bekliyor? Gerçekleşmesi mümkün en çılgın robotlar neler olabilir?

Bunu kestirmek çok zor. Örneğin internet ilk ortaya çıktığında alışveriş yapmak için kullanılabileceği bile kestirilememişti.

*Yapay zekâ çalışmaları, bir robotu neredeyse insan gibi hissedebilecek hâle getirecek kadar ilerler mi sizce?

Uzun dönemde bu mümkün olabilir. Ancak bunun sosyal robotların geliştirilmesi için değil, insan duygularını, düşüncelerini anlayabilmek ve yeniden oluşturabilmek için yapılacağını düşünüyorum. Örneğin bilişsel bilim (cognitive science) adında benim de içinde olduğum bir alan gelişti. Bu alan insanların bilişsel ve duygusal yapılarını anlamayı hedefleyen bir alan. Bu alanda çalışan araştırmacılar robotlar ve yapay zeka konularında çalışıyorlar ki, bu teknolojileri insanları anlamak sürecinde deneysel amaçlarla kullanabilsinler. Dolayısıyla robotlar üzerine yapılan araştırmaların tek amacının robot geliştirmek olmadığını anlamalıyız. Bu süreç içerisinde insanları daha iyi anlayabiliyoruz. Örneğin benim robotlara sosyal davranışlar kazandırmak için yaptığım modellemelerin sonucunda bu davranışları daha derinlemesine idrak ediyoruz.

*Çocukken de bu konuya meraklı mıydınız?

Çocukken kendi oyuncaklarımı kendim yapmayı severdim. Oyuncakçılarda benzeri olmayan şeyler yapardım kendime. Robot teknolojisine uzanmam bunun bir uzantısı sanırım.

*Son olarak bu alanda çalışmak isteyen gençlere ne tavsiye edersiniz ?

Benim master ve doktora yaptığım bölümlerdeki ilk Türk öğrenci bendim. Benim dileğim Türk öğrencilerin ileri teknoloji alanlarına daha çok ilgi göstermesi. Dünyanın önde gelen üniversiteleri, firmaları, organizasyonları, değişik alanlardaki bilgiyi, metotları, bakış açılarını birleştirebilen insanlar arıyorlar. Carnegie Mellon Üniversitesi HCII’ün (İnsan-robot etkileşimleri enstitüsü) ana felsefesi de bu. Bilgisayar, psikoloji ve tasarımı birleştirmek.

Bilge Mutlu kimdir?

Kayresi’de doğan Bilge Mutlu, ODTÜ Endüstriyel Tasarım bölümünü fakülte birincisi olarak tamamladıktan sonra master ve doktorasını yapmak üzere ABD’deki Carnegie Mellon Üniversitesi’ne gitti. Nobel ve Turing ödüllü Herbert Simon, Turing ödüllü (bilgisayar bilimlerinin Nobel ödülü) Alan Newell ve yine Turing ödüllü Alan Perlis’in kurduğu HCI Enstitüsü’nde çalıştı. Ardından Wisconsin Üniversitesi Bilgisayar Bilimleri ve Endüstriyel ve Sistem Mühendisliği bölümlerinde yardımcı doçent olarak göreve başladı ve hâlen bu görevini sürdürüyor. Son olarak yalan söyleyen bir insanı mimiklerinden anlayabilecek robotlar eğitiyor. Bu çalışmanın sonunda onlara poker de oynatacak olan Mutlu bir de, insanların robotlarla beyin dalgaları yoluyla nasıl iletişim kurabileceklerini araştırıyor şimdilerde.

Türkiye’nin ilk Fütürist liselileri

EVLİLİK SAYISI ARTACAK! TEK DÜNYA ÖRGÜTÜ KURULACAK! HERŞEY UZAKTAN KUMANDAYLA BİRBİRİNE DÖNÜŞTÜRÜLEBİLECEK! PSİKOLOJİNİN KURALLARI DEĞİŞECEK!

Türkiye’nin ilk Fütürist liselileri

Bu liseliler başka liseliler. Öğrencilik hayatlarını fizik, kimya, edebiyat, psikoloji kitaplarının içine gömülüp ezber yaparak geçirmiyorlar. Geleceği kurguluyorlar. Merkezi Washington DC’de bulunan World Future Society’nin Türkiye temsilcisi ‘Tüm Fütüristler Derneği’nin işbirliğiyle okullarında kurulan Fütüristler Kulübü’nde geleceği nasıl şekillendirebileceklerini öğreniyorlar. Amaçları ise “Tek bir gelecek vardır ve biz de ona doğru gidiyoruz” şeklindeki gelecek algısını değiştirmek.

ÜRÜN DİRİER, urun.dirier@aktuel.com.tr


Pelin bembeyaz gelinliğini denerken çok heyecanlıydı. Ayna karşısında bir orasına bakıyordu bir burasına. Eteğini çekiştirip duruyordu. “Nasıl olmuş? Beli oturmuş mu yoksa biraz bol mu?” gibi yığınla soru soruyordu etrafındakilere. Omuzlarına uzanan ipek gibi saçlarına değişik şekiller verip verip bozuyordu. Saçını nerede yaptırmalıydı acaba? Makyaj istemiyordu, sade bir gelin olmak niyetindeydi. Zaten o kadar güzeldi, öyle pürüzsüz bir cildi vardı ki makyaja ihtiyacı da yoktu. Bu ilk düğünü olmayacaktı gerçi ama yine de çok heyecanlıydı. Hatırlıyordu, 7. düğününde de böyle heyecanlıydı. Yere göğe sığamıyordu. Galiba 14.’sünde de böyleydi ama karıştırıyor da olabilirdi. Ne de olsa bu 22. düğünüydü! Kaç yaşında mıydı? Henüz 25. Yani fiziki olarak! Aslında 154 yaşındaydı ama ne derler bilirsiniz, “Kadınların yaşı sorulmaz.”

Evet, tahmin ettiğiniz gibi bu hikaye, 25 yaşında gösteren 154 yaşındaki bir kadının 22. düğününün hikayesi. Türkiye’nin fütürizm (olumlu gelecek tasarımı) kulübü kuran ilk lisesi Özel Sezin Okulu’nun öğrencileri tarafından yazılan onlarca fütürist senaryodan yalnızca bir tanesi. Tıbbın çok geliştiği, yaşlanmanın neredeyse durduğu, anti-aging yöntemlerinin ve estetik ameliyat tekniklerinin zirve yaptığı, insan ömrünün çok çok uzadığı bir geleceği kurguluyor. Kulüp, merkezi Washington DC’de bulunan World Future Society’nin Türkiye temsilcisi ‘Tüm Fütüristler Derneği’nin işbirliğiyle kurulmuş ve öğrenciler burada geleceği nasıl şekillendirebileceklerini öğreniyorlar. Amaçları ise “Tek bir gelecek vardır ve biz de ona doğru gidiyoruz” şeklindeki gelecek algısını “Geleceği ben şekillendiriyorum” inancıyla yer değiştirmek. Kulüp öğrencileri bu doğrultuda tıp, sağlık ve bilimsel gelişmelerden enerji problemine, eğitimin nasıl olması gerektiğinden geleceğin otomobil ve şehirlerine kadar her alanda beyin fırtınası yapıyor ve istedikleri geleceğe bir hayal penceresi açıyorlar. Bugün yaşadığımız dünyayı da zamanında birileri hayal etmişti çünkü. Öğrencilerin etkileyici hayali senaryolarından bir tanesi de şöyle:


Yıl 2043…

Dünyamız 30 yıl kadar önce, etkileri hala hissedilen bir dizi çevresel felaket
yaşadı. Bu felaketlerin yol açtığı yaraları tedavi etmek ve bir daha benzer felaketler yaşamamak için tüm dünya ülkelerinin katılımıyla ‘Tek Dünya’ örgütü kuruldu. Örgütün 5. dönem konferanslarının ev sahibi ise Türkiye. Türkiye başbakanının yaptığı açılış konuşmasından bir bölüm… “Bugün insan türü, yeryüzünün en kalabalık canlı türüdür ve kalabalıklaştıkça da diğer canlıların yaşam alanı için daha büyük bir tehdit olmaktadır. Ne yazık ki, 30 yıl öncesine kadar dünyamızın sakinlerinden olan Afrika fillerini, imparator penguenleri, mavi balinaları, Bengal kaplanlarını ve yüze yakın kuş ve balık türünü, artık yalnızca ansiklopedilerde ve belgesellerde görebiliyoruz. Ancak buna karşılık kararlı uygulamalarımız sonucunda bugün, 30 yıl öncesine göre yüzde 82 oranında daha az çöp üretmekteyiz ve enerjimizi de atıklardan sağlıyoruz. Şu an kulaklarınızda bulunan ve konuşmaları anında bütün dillere çevirebilen ‘chip’ler, 50 yıl öncesinde bilim kurgu filmlerinde görülebilecek bir fanteziydi. Bir zamanlar yalnızca fotoğraflarını çekebildiğimiz Mars gezegeni, dev cam fanuslar içindeki otelleriyle zengin konuklarını ağırlıyor. Ama ne yazık ki insanlığın evrimi, teknolojinin evrimi kadar hızlı bir gelişme gösteremiyor. Hala insanların birçoğu açlık sorunuyla karşı karşıya. Bizim kurtuluşumuz, ancak bütün dünyanın ve bütün insanlığın kurtuluşuyla gerçekleşecektir.”

Biz de bu kadar güzel ve etkileyici gelecek senaryoları yazan öğrencilerle tanışmak için okullarına gittik ve kulüp öğretmenleri Zeynep Terece eşliğinde yaptıkları beyin fırtınası toplantısına katıldık. Isı yalıtımı yapabilen çeltik samanı evden, kendi enerjisini kendisi üreten karavan evlere, bir dakikada sağlık taraması yapabilen sağlık kabinlerinden dünyadaki tüm okulların derslerine bağlanıp direkt çeviri yapabilen sanal okullara kadar onlarca çılgın fikirle başımızı döndürdüler. Terece, gençliğin sanıldığı gibi umursamaz olmadığını, şaşılacak derecede güzel fikirlerle kendilerini de şaşırttığını söylüyor. Genç fütüristlerden bizim için de gelecek tasarımları yapmalarını rica ettik. Onlar da yaptı…

“Her şey birbirine dönüşebilecek”

Erinç Yılmaz (9. Sınıf): Ben ilköğretimdeyken de bilimsel projelere katılmıştım, bu kulübe de bilimsel proje geliştireceğiz diye katıldım. Ama biz bilimsel proje değil, bilimsel bakış açısı geliştiriyoruz burada. Ben ileride estetik cerrah olmayı istiyorum. Nanoteknolojiye de çok ilgi duyuyorum. Bence ileride nanoteknolojik gelişmeler sayesinde tüm atıkları yeni ürünlere çevirebileceğiz. Örneğin bir sandalyenin masa olmasını istediğimizde, onu yeniden üretim aşamasına sokmamıza, kesip biçmemize gerek kalmayacak. 1000 nanoçiplik bir sandalyeyi atomik parçacıklara ayırarak 1000 nanoçiplik bir masaya dönüştürebileceğiz. Hatta bu uzaktan kumandayla bile yapılabilir belki ve ev eşyalarımızın hepsi çok amaçlı olarak üretilir. Bu çok mantıklı çünkü dünyada kendi kaynaklarını tüketen iki tür var. Biri virüsler, diğeri de insanlar. İnsanlık bundan sonra doğaya zarar vermeyecek, yenilenebilir ürünler üretecektir. Tıpla ilgili olduğum için bu konuda daha da ümit vaad eden gelişmeler olacağına inanıyorum. Örneğin eskiden tırnağı gerekli gördüklerinde olduğu gibi çekerlerdi, şimdi lazerle kesiyorlar ve bu teknik sadece 5 yıl içerisinde gelişti. Burun ameliyatlarında biliyorsunuz ki, kemiği olduğu gibi kırıp sonra yeni şekil veriyorlar. Belki ileride kendi ameliyatımızı kendimiz yapacağız ya da burnumuza enjekte edilen bir sıvıyla, burun kemiği hücrelerimiz kendi kendine istenen şekle girecek. Zaman makinesinin de bize çok uzak olmadığını düşünüyorum. Hatta Einstein’ın aslında zaman makinesinin nasıl yapılacağını bulduğunu ancak çalışma kağıtlarını yırttığı söyleniyor. Bu mümkün bence. Çünkü eğer ışınlanma uygulanıyor olsaydı kanser hastalarının sayısı daha da artardı. Teorik olarak geleceğe ışınlanmak için önce tüm parçalarımızın atomik boyutta bölünmesi ve yeniden toparlanması gerekiyor. Gidiş dalgasında neyle karşılaşacağımız belli olmadığı için kanser gibi hücresel hastalıklar artardı. Bence Einstein bu yüzden kağıtlarını yırttı.

“Freud devri kapanacak, psikoloji güncellenecek”

Funda Çınar (10. Sınıf, TM öğrencisi): Filmlerden de anlaşılacağı üzere insanlar genel olarak hep karamsar, her şeye olumsuz bakıyor. Fütürizm, eğer olumsuzlukları önce kafamızda bitirirsek geleceği olumlu bir hale dönüştürebileceğimizi bize anlatıyor. Ben ileride psikolog olmak istiyorum. Hedefim ise yeni bir psikolojik yaklaşım geliştirmek. Şu anda pek çok psikolojik durum ve rahatsızlık Freud ile açıklanıyor. Zamanında belki bunun bir gerçekliği vardı ama insan psikolojisi de evrilen ve değişen bir şeydir. Artık bilinçaltımızı etkileyen çok başka faktörler var. Dolayısıyla psikolojik kuralların da güncelleneceğini düşünüyorum. Bir de ileride dil sorunun halledilmiş olacağını düşünüyorum. Çünkü şu an benim bir İranlı ile internetten iletişim kuramıyor oluşum çok ilkel. Dil çeviri sorunu olmadan teknolojik ortamda tüm dünyayla konuşabileceğiz ileride bence ve o zaman dünya çok başka bir yere gidecek. Bir öngörüm daha var, o da tarımla ilgili. Artık herkes organik ve hormonsuz beslenmek istiyor. Bence ileride pek çok kişi kendi tarımını kendisi yapacak. Bunun için intansif tarımın yapılabileceği yani dar alanda çok verim alınabilecek balkonlar dizayn edilebilir. Ya da her mahalleye bir tarla kurulabilir.

“4. Dünya Savaşı taş ve sopayla yapılacak”

Ece Özkara (10. Sınıf, Fen öğrencisi): Bana arkadaşlarım ‘karamsarsın’ diyerek kızıyorlar ama ben karamsar değil, fazla gerçekçiyim. Teknoloji hızla ilerliyor ve insanlar buna ayak uydurmakta zorluk çekiyor. Ve en kötü tarafı da teknoloji geliştikçe insan beyni tembelleşiyor. Yakında insanların yerini robotlar alacak ve insanlar daha da tembelleşecek, mutsuzlaşacak. Çünkü bence çalışmak da bir insan ihtiyacı. Tembelleşen insanın bir süre sonra bence fikirleri de basitleşecek ve insanlık ilkelleşecek. Aslında şu an tüm biliminsanları yok olsa biz basit bir radyo bile yapamayız. Benim tahminim şu ki, insanlar gitgide ilkelleşeceği için 4. Dünya savaşında artık insanlar taşlarla ve sopalarla savaşacaklar.

Selin Ödül (9. Sınıf): Ben mekanikle ilgileniyorum ve Formula1’de otomobil geliştiren bir Türk olmayı kafama koydum. Formula1 yalnızca yarıştan ibaret değildir. Büyük bir teknoloji kullanılıyor orada. Güneş enerjisiyle çalışan otomobil de tasarlamayı planlıyorum.

Büşra Aydın (11. Sınıf, TM öğrencisi): Gelecek deyince aklıma uçan adalar geliyor öncelikle bir de hiçbir şeyin zaman almadığı bir dünya. Seyahat etmek ve yemek yemek çok zaman almamalı. Kimsenin ölmediği bir dünya olsun diyemem çünkü bu da ayrı bir sorun. Herkese yetecek kadar kaynak yok bu dünyada ama en azından insan ömrü 200 yıl olabilir. Bir de tıbbın kopan kolun yerine bir hafta içinde yenisinin çıkacağı kadar ilerleyeceğini öngörüyorum.

Emirhan Gezici (10. Sınıf, Fen öğrencisi): Şu an ışınlama teknolojisi için bir şeyi moleküllerine ayırmayı başardılar ama onları yeniden birleştirme kısmını henüz çözemediler. 15-20 yıl içerisinde bu sorunun da giderileceğini ve ışınlanmanın gerçekleştirilebileceğine inanıyorum.

Tüm Fütüristler Derneği Başkanı Ufuk Tarhan

Fütürizm, genel olarak fantastik, sürrealist, elitist bir yaklaşıma sahip, teknoloji takıntılı ya da yüksek mevki sahibi, uzman kişilerin uğraştığı soyut alanlardan biri olarak görülüyor. Bugünün gerçeklerinden kopuk, para kazanma mecburiyetini anlamayan fantezi bir konu diye de bazen küçümseniyor. Oysa fütürizm, hayatımızla, eğitimimizle, işimizle, yatırımlarımızla, ilişkilerimizle, kısacası her şeyle ilgili ‘gerçekleştirme kalitemizi’ arttırmamızı sağlıyor. Daha iyi bir gelecek oluşturmamıza yardımcı olacak araçlar, bilgiler sunan bir düşünme, gözleme, senaryo kurgulama, planlama, çalışma hali. İşte bunları anlatabilmek için Sezin’deki çalışma çok önemli. Daha lise çağındaki gençler harika senaryolar geliştiriyorlar, hayat amaçlarına göre eğitim, kariyer süreçlerini kurguluyorlar. Şimdiden geleceklerini kendilerinin yapılandırabileceğini anlıyorlar.

20 Ocak 2010 Çarşamba

Şoka şokla tedavi!

PROF. JOSEPH ZOHAR’IN GELİŞTİRDİĞİ YÖNTEM TRAVMA SONRASI STRES BOZUKLUĞU HASTALARINA ŞİFA OLACAK

Sıcak savaş bölgesinde çatışmaya katılan askerlerde sıklıkla rastlanan “travma sonrası stres bozukluğu” (TSSB) için uygulanan tedaviler, İsrailli ünlü psikiyatri profesörü Joseph Zohar’a göre, vakaları daha da ağırlaştırıyor. Zohar, hastalara yatıştırıcı vermenin çok tehlikeli olduğunu tersine, stres hormonu olan “kortizol iğnesi”nin kurtarıcı olabileceğini iddia ediyor. Bu arada ABD Gazi Hizmetleri Departmanı, yeni tedavi yöntemleri hazırlarken Zohar’ın araştırmasını göz önünde bulunduracaklarını açıklamış...

ÜRÜN DİRİER, urun.dirier@aktuel.com.tr

PTSD (Post Travmatic Stress Disorder) ya da Türkçe adıyla “travma sonrası stres bozukluğu” (TSSB), 1. Dünya Savaşı’ndan dönen askerlerde görüldüğünde “savaş nedeniyle gelen ruhsal çöküntü” adı verilmiş; 2. Dünya ve Kore Savaşı’ndan sonra ise “savaş yorgunluğu’ denmişti. Vietnam Savaşı’ndan dönen askerlerin alkol ve uyuşturucuya saplanması ve yaşadıkları kâbusu basın önünde dile getirmeye başlamalarıyla bu hastalık üzerine yoğun çalışmalar başlatıldı. 1981 yılında ise bugünkü adını aldı.

“Evliliğim… giderek parçalanıyor. Artık birbirimizle konuşamıyoruz. Zamanımın büyük bölümünü bodrum katta tek başıma geçiriyorum. Aslında beni önemsediğini, sevdiğini anlatmaya çalışıyor ama bundan daha çok rahatsız oluyorum. Küçük meselelerde bile çok öfkeleniyorum. Bazen aklımı toplamak için saatlerce araba kullanıyorum. Hiç arkadaşım yok. Dünya, kimsenin kimseye önem vermediği bir köpek dalaşına benziyor. Herkesten uzakta dağlarda bir ev kurmak istiyorum. Barlara gidiyor, içiyor ve kavga ediyorum. Genellikle kederli ve kasvetliyim. Bazı anlarda intihar bile etmeyi düşündüm. Vietnam’dan getirdiğim eski 38’lik bir silahım var. Bir keresinde namlusu ağzımda horozu çekik bir şekilde durdum, ama tetiği çekemedim. Bunu yaparken en yakın silah arkadaşım Smitty’nin siperde, parçalanıp her yere dağılan beyninin görüntüsü aklıma geliyordu. Nasıl ben hayatta kaldım, o kalamadı? Suçlu hissediyorum. Savaşta yaşadıklarım bazen kafamda tekrar canlanıyor. Bunlar beni ürpertiyor. Hatırlıyorum onları; eski arkadaşlarımı, yüzlerini, kurulan pusuları, bağırışları, ölülerin yüzlerini, gözyaşlarını... Şu an bile bir helikopter sesi duysam ya da sık bir ormanlık alan görsem sırtımdan soğuk terler akıyor. Hatta yürüyüş yaptığım zamanlar yeşillik alanlardan uzak duruyorum. Caddede yürürken arkamdaki insanlardan rahatsız oluyorum. Gürültülü sesler beni kızdırıyor, yerimden sıçramama neden oluyor. Geceleri uyuyamıyorum. Uyuduğumdaysa terler içinde uyanıyorum ve bazen eşimin boğazına sarılmış, çığlıklar içinde buluyorum kendimi!”

Bir savaş gazisi olan ABD’li Jim Goodin’in yıllar önce yazdığı bu satırlar, TSSB’nin dehşet yüzünü çok iyi anlatıyor. İstatistiki olarak sıcak savaş gibi travmatik bir durumla karşı karşıya kalan her dört askerden birinin bu rahatsızlığa yakalandığı ve yıllarca kurtulamadığı biliniyor. 1984 yılından bu yana Güneydoğu’ya gönderilen yaklaşık 2 buçuk milyon askerimiz var. Onlar da yıllardır böyle acılarla yaşıyorlar. Bazen gazetelerde, vatani görevini çatışma bölgelerinde yapmış olan birinin cinnet geçirip eşini, çocuklarını öldürdüğünü, intihar ettiğini okuruz. Ya gazetelerde okuyamadıklarımız? Televizyondan yüksek bir ses geldiğinde baskın var diye sipere yatanlar mesela… Üstelik TSSB’den yalnızca savaş travması yaşayanlar değil, cinsel tacize uğrayanlar, tecavüz mağdurları, işkence görenler ve ciddi trafik kazası yaşamış olanlar da mustarip. Onlar da yaşadıkları travmayı, o olayı hatırlatacak en ufak bir ses, görüntü ve kokuda tekrar tekrar kafalarında yeniden yaşıyorlar. Tedavi için ne yapılıyor peki? Tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de yatıştırıcı iğneler, uyku ilaçları ve antidepresanlar haricinde kalıcı bir tedavi yöntemi yok.

Şoka şokla tedavi

Ama ciddi umut vaad eden bir çalışma var şimdi. İsrailli psikiyatri profesörü Joseph Zohar, TSSB vakalarını yatıştırıcı iğnelerinin tedavi edemediğini hatta tam tersine bedenin kendi kendini tedavi etme kabiliyetini körelttiğini iddia ediyor. Ben Gurion Üniversitesi ve Tel Aviv Üniversitesi Sackler Tıp Fakültesi’nde çalışmalarını yürüten Prof. Zohar, travmatik bir olayla karşı karşıya kalan mağdura yatıştırıcı ve uyutucu gibi ilaçların tam tersine, vücudun stres hormonu olan kortizol şırınga edilmesinin tedavi edici olacağını ileri sürüyor. Fareler üzerinde yaptığı deneylerle bunu ispatlayan Prof. Zohar, keşfettiği bu yeni tedavi yöntemine “şoka şok” adını veriyor. Hani Türk filmlerinde “Ayni şiddette başka bir şok yaşaması lazım” şeklinde bir doktor repliği vardır ya, işte Prof. Zohar’ın çalışması Yeşilçam’ı haklı çıkarıyor. İsrail Tel Hashomer’deki Chaim Sheba Medical Center Psikiyatri Departmanı’nın da başında bulunan Prof. Zohar, travma yaşayan vakaların yüzde 25 ile 30’unda TSSB görüldüğünü belirtiyor. Peki kortizol nedir ve travma tedavisinde nasıl işe yarıyor? Telefon aracılığıyla ulaştığımız Prof. Zohar çalışmasını Yeni Aktüel’e anlattı.

Kaç ya da savaş

Kortizol hormonu, böbrek üstü bezlerinden salgılanan en etkili stres hormonlarından biri. Kaza, yaralanma, enfeksiyon, aşırı sıcak, aşırı soğuk, alerji, iltihap, oksijensiz kalmak, açlık, ateş yükselten faktörler ve stres gibi durumlarda salgılanarak vücudun söz konusu tehlikeye karşı savaşmasını sağlıyor. Çoğu insanın yaralandığı anda ve yaralandıktan uzun bir süre sonrasına kadar acı hissetmemelerinin nedeni bu hormondur. İlkel “kaç ya da savaş” tepkisine karşılık gelir. Böylece insan yaralı olduğu halde savaşacak, kendisini koruyacak veya kaçabilecek güç bulur. Stres hormonu olarak da bilinir ve ıssız bir sokakta yürürken karşınıza aniden silahlı bir adam çıktığında, karnınızdan sırtınıza yayılan hissin müsebbibidir. Tehlikeli bir durumla karşı karşıya kalındığında beyin bedeni alarma geçirir. Kan basıncı yükselir, kalp atışları hızlanır, deriye giden kan akışı kısıtlanır, midenin işlevleri sınırlanır, terleme artar. Kortizol, sisteme fazladan besin sağlanmasını ve bağışıklık sisteminin önceliklerinin tehlike durumuna göre yeniden düzenlenmesini sağlar. Sindirim gibi işlevlerin kaynakları, kalp ve bacaklara yönlendirilerek, kısa dönemli fiziksel çaba gerektiren bu acil duruma hazırlanılır. Bütün bunlar, bedensel ve zihinsel tehlike olarak algılanan durumla başa çıkabilmek içindir; yolda önünüze aniden çıkıveren bir arabadan kaçmak gibi. Ani tehlike anlarında kortizol miktarı 10 kata kadar artabilir.

Yatıştırıcılar öğrenme mekanizmasını çökertiyor

Bu stres dürtüsü öğrenme açısından da gereklidir. Beynin öğrenmeden sorumlu bölgesi olan “hipokampus”ta etkili olan bazı kimyasal taşıyıcıların (neurotrasmitter) düzeylerinin de yükselmesini, böylece karşılaşılan olayla ilgili ayrıntıların kolay kolay unutulmamasını sağlar. Bu deneyim, daha sonradan aynı olayla karşılaşıldığında hata yapma riskini azaltmaya yarar. İşte Prof. Zohar yatıştırıcıların bu öğrenme mekanizmasına engel olarak TSSB’ye yol açtığını ileri sürüyor. Reçetelerin bir numaralı yatıştırıcısı Valium’un da içinde bulunduğu Benzodiazepine grubu ilaçların, başlangıçta anksiyeteyi düşürüp uykusuzluğa çözüm olmasına rağmen, uzun vadede iyileşme mekanizmasını çökerterek travmayı psikiyatrik bir sorun haline getirdiğini söylüyor. Yani bedenin travmayla başa çıkma mekanizmasını baskılıyor bu ilaçlar.

Tavuk mu yumurtadan...

Birbirinden bağımsız olarak Yale, Manchester, Harvard, New Hampshire ve California Üniversitesi Tıp Fakülteleri’nden araştırmacıların yaptıkları çalışmalar, TSSB hastalarının beyinlerindeki “hipokampus” denen bölümün normalden ufak olduğunu gösteriyor. Bu hastalarda beyinde uzun süreli anıların depolandığı, bilinçli belleğin yer aldığı “hipokampus”taki hasar göz ardı edilemeyecek kadar büyük: Yüzde 25 küçülme! Ancak halihazırda kimse, TSSB hastalarında “hipokampus”un nasıl küçüldüğüne ilişkin bir şey söyleyemiyor. Bu biraz “Tavuk mu yumurtadan çıkıyor yoksa yumurta mı tavuktan” ikilemini andırıyor. Yani “hipokampus”u küçük olan hastalar mı TSSB’ye meyilli oluyor yoksa TSSB mi “hipokampus”u küçültüyor; bu henüz bilinmiyor. Belki de ufak “hipokampus”lu insanlar bilgileri yanlış algılıyor, RAM’e yanlış işliyor ve daha sık kâbus görüyordur! Ama net olarak bilinen bir şey var, o da normal insanlarda travmatik bir olaydan hemen sonra kortizol hormonunun seviyesi artarken, TSSB hastalarında travma sonrasında daha az kortizol salgılanıyor olduğu. Prof. Zohar’ın “Travma sonrası ilk altı saatte -altın saat- kortizol iğnesi vurulması, zaman içinde ortaya çıkabilecek bir stres bozukluğunun yaşanmasına engel olabilir” tezi de işte bu bilgiden yola çıkıyor.

Çalışma ABD’de dikkat çekti

“Şu anda TSSB teşhisi koymak için hastanın en az bir aydır hastalığın belirtilerini yaşıyor olması gerekiyor. Ancak bu süre hastalığı etkisiz hale getirmek için çok uzun bir süre” diyen Zohar, Journal Biological Psychiatry’de yayımlanan çalışmanın sonuçlarını Birleşik Devletler Ulusal Sağlık Enstitüsü’ne sundu ve şimdi insan üzerinde yapılacak klinik çalışmaların başlatılmasını bekliyor. Çalışma iki yıl önce başlatıldı. Birleşik Devletler Gazi Hizmetleri Departmanı, yeni tedavi yöntemleri hazırlarken bu çalışmayı mutlaka göz önünde bulunduracağını beyan etti bile. İnsan deneyleri de yeterince güçlü sonuçlar verirse, eve dönüş yapan askerlere yatıştırıcı verilmesine engel olunacağını da ifade etti.

Zohar’ın fare deneyi

Prof. Zohar’ın fareler üzerinde yaptığı travma deneyi özetle şöyle: Bir grup fare önce kedi çişinin bulaştırıldığı kedi kumuyla karşılaştırıldı. Daha sonra farelerin bir kısmına kortizolün farelerdeki karşılığı olan “corticosterone” hormonu enjekte edildi. Diğer bir kısmına da yatıştırıcı verildi. Aradan zaman geçtikten sonra farelere yeniden kedi kumu gösterildi. Corticosterone verilen fareler kumda bir tehlike olmadığını idrak ederek stres reaksiyonu göstermezken, diğer grup anksiyetede kısa süreli düşüşe rağmen 30 günün sonunda TSSB belirtileri gösteriyordu, anksiyetede artış vardı ve labirent oyunu gibi sevdikleri oyunları oynamamaya başlamışlardı. Üstelik “corticosterone”un kandaki seviyesi de diğer grup fareninkine kıyasla oldukça düşüktü.

Kortizol fobiye karşı

2002 yılında 22 travmatik olay (trafik kazası) yaşamış mağdur üzerinde yapılan bir deney de şöyleydi: Deneklerin bir kısmına olayın hemen ardından yedi gün boyunca “benzodiazepine” (yatıştırıcı) verildi. Bir kısmına da placebo (yalancı hap) verildi. Altı hafta sonunda yatıştırıcı alan deneklerde TSSB semptomları placebo hap alan deneklere kıyasla çok daha fazlaydı. İsviçre’de yapılan bir araştırma da, kortizol hormonunun fobinin etkilerini azaltabileceğini ortaya koydu. Zürih Üniversitesi’nden Profesör Dominique de Quervain’in başkanlığındaki araştırmacılar, sosyal fobisi olan 40 kişiden topluluk önünde bir sunum yapmalarını istediler, ancak sunumdan önce bu kişilere kortizol verdiler. Araştırmacılar, kortizol alan bu kişilerdeki endişe halinin, placebo verilen kişilerinkine göre önemli derecede azaldığını gözlemledi. İkinci deneyde de örümceklerden korkan 20 kişiye örümcek resmi gösteren araştırmacılar, kortizol alan bu kişilerdeki korkunun iki gün sonra bile daha az olduğunu tespit ettiler. Araştırmacılar, daha fazla kortizol üreten kişilerin kritik durumlarda daha az korktuklarını ortaya koymuş oldu böylece.

Not:Prof. Joseph Zohar, İsrail Savunma Kuvvetleri TSSB tedavi bölümüne başkanlık ediyor. Ayrıca İsrail Savunma Bakanlığı’na özel danışmanlık yapıyor.

19 Ekim 2009 Pazartesi

HAP YALAN TEDAVİ GERÇEK!

BEYAZ HAPLAR ÜLSERİ, SARILAR DEPRESYONU, YEŞİL OLANLAR ANKSİYETEYİ TEDAVİ EDİYOR.

Dünyada son 30 yılda ilaç deneylerinde ‘placebo etkisi’ iki kat arttı. İlaç firmalarının baş belası olan bu etkinin artmasının nedeni bilimcilere göre, ilaç reklamlarının daha geniş bir kitleye yayılmaya başlaması. Hastanın bilimsel gelişmelere ve tıbba güvenmesi ile reklamlar, haberler aracılığıyla sağlıklı olma imajinasyonuyla daha sık karşılaşması, iyileşebileceğine olan inancını körüklüyor. İnanç ise içi boş bir hap yutan Parkinson hastasının ellerinin titremesini durdurabiliyor, astım krizini dindirebiliyor ya da kanser hastalarını çok şiddetli ağrılardan kurtarabiliyor.

ÜRÜN DİRİER, urun.dirier@aktuel.com.tr

Dünya ilaç devlerinden biri olan Merck, 2002 yılında büyük bir kriz içindeydi. İlaç satışlarında rakiplerinin gerisinde kalmıştı. Daha da kötüsü sahip olduğu beş büyük ilacın patent süresi dolmak üzereydi ve kısa süre sonra başka firmalar da içerikleri değişik adlar altında piyasaya sürebilecekti. Ayrıca şirket son üç yıldır yeni ilaç da geliştirememişti. Merck’in araştırma direktörü Edward Scolnick, derhal bir acil durum planı oluşturdu. Rakipleri gibi o da antidepresan pazarına girecekti. Scolnick Forbes’a verdiği bir demeçte “Geleceğe hakim olmak için merkezi sinir sistemine hakim olmamız gerekiyor” diyordu. Bu planın başarısı ise kod adı MK-869 olan, deney aşamasındaki antidepresanın başarısına bağlıydı. Bu antidepresan, iyi duyguları harekete geçiren beyin kimyasallarının salgılanmasını sağlıyordu. İlaç üzerine yapılan ilk testler başarılıydı, çok az yan etkisi vardı. Ancak kısa bir süre sonra deneklerde anksiyete ve umutsuzluk hisleri yükselmeye başladı. Bu durum bir yana, aynı yan etkiler, placebo hap verilen kontrol grubunda da görülüyordu.
İlaç şirketleri ürettikleri ilacın etkinliğini görebilmek için bir grup deneğe söz konusu ilacı verirken, kontrol grubu adı verilen bir kısım deneğe de ‘placebo’ denen, içinde hiçbir etkin maddenin bulunmadığı boş haplar verirler. Tabii ki deneklere asla bundan söz edilmez, deneklerin hepsi gerçek ilaç aldıklarını sanırlar. Bunun nedeni, hastayı ilacın mı yoksa ‘ilaç aldım, iyileşeceğim’ düşüncesinin mi iyileştirdiğinin anlaşılmasıdır. Placebo alan denek sanki etken madde içeren esas ilacı almışçasına iyileşebileceği gibi, etken ilacın deneyden önce belirtilen yan etkilerini de gösterebilir. Yani içi boş bir hap aldığı halde, mide bulantısı, baş dönmesi, deri döküntüsü gibi rahatsızlıklar yaşayabilir.

Dünyada Placebo etkisi gitgide artıyor

MK-869’a geri dönecek olursak, ilacın iyileştirdiği denek sayısı placebo alan denek sayısını geçemeyince deneyler durdurulur. MK-869 ‘placebo etkisi’ne karşı mağlup olmuştur. MK-869, ‘placebo etkisi’ yüzünden laboratuarın çöp kutusuna atılan tek ilaç da değildi. 2001 yılından 2006’ya kadar ‘placebo etkisi’ yüzünden Faz2 aşamasında çöpe atılan deneysel ilaç sayısı yüzde 20, Faz3 aşamasında hayal kırıklığı yaratan ilaçların sayısı ise yüzde 11 artmıştı. Birleşik Devletler Gıda ve İlaç Dairesi’nin (FDA) onay verdiği ilaç sayısı da 1980’den bu yana gitgide azalıyor. Örneğin geçen Kasım ayında Michael J. Fox tarafından geliştirilen bir Parkinson ilacı, Osiris Therapeutics tarafından Kron hastalığına karşı geliştirilen bir ilaç ve Eli Lilly firmasının çalıştığı bir şizofreni ilacı, placebo grubunda beklenenin iki katı kadar iyileşme görüldüğü için deney aşamasında çöpü boyladı. Placebo sınırını geçemeyen ilaç firmalarının içine girdiği ekonomik darboğaz da gitgide genişliyor. … Plasebo sınırını geçemeyen yalnızca yeni ilaçlar da değil üstelik. On yıllardır piyasada bulunan Prozac gibi ilaçlar da yeni yapılan deneylerde placebo eşiğinde sendeliyor. Bazı eski ilaçların üzerine yeniden deneyler yapılacak olsa FDA onayından geçemeyeceği söyleniyor. 80’lerden bu yana ‘placebo etkisi’ iki katına çıkmış durumda. Peki bunun nedeni eski ilaçların zayıflamaya başlaması mı? Elbette değil, konuyla ilgili görüş almak üzere ulaştığımız İtalya Torino Üniversitesi’nden Prof. Fabrizio Benedetti’ye ve birçok bilim adamına göre sebep ilaç reklamlarının artışı! Bilimsel araştırmalara ve tıbba olan güven, iyi ve sağlıklı olabilme inancı yaratan reklamlar… Kuantum fiziğinin bilimi içine soktuğu geniş ormanın ardından ‘placebo etkisi’ de varlığından veya yokluğundan asla tam olarak emin olamayacağımız bodrumdaki fil haline gelmiş durumda. İçimizde, sadece inanarak harekete geçebilen ‘kendi kendini iyileştirme’ gücü bulunuyor ama bu gücün her zaman ve herkeste olup olmadığı, hangi mekanizmayla işler hale geldiği net olarak bilinmiyor.

10 antidepresandan 7’si çöpe

‘Placebo’nun tıbba girişinin tarihçesi de oldukça ilginç. 2. Dünya Savaşı’nda, Alman işgaline karşı savaşan müttefik askerlerini tedavi eden Amerikalı anestezi uzmanı Dr. Henry Beecher’ın başı bir gün fena sıkışır. Önünde ciddi bir şekilde yaralanmış bir asker vardır ve morfin stokları tükenmiştir. Hasta uyuşturulmadan ameliyata alınırsa ölümcül bir ağrı şoku yaşayabilir ve hayatını kaybedebilir. O çaresizlik ortamında, bir hemşire hastaya elinde çok güçlü bir ağrı kesici olduğunu söyleyerek bir ampul tuzlu su enjekte eder. Ve hasta en ufak bir ağrı ya da acı yaşamadan ameliyat gerçekleştirilir. Bu olay Beecher’ın tıbba bakış açısını değiştirir. Savaş bitiminde Harvard Üniversitesi’ne döner dönmez bu konu üzerine çalışmaya başlar. Bugün araştırmacılar depresyon, ağrı, ülser ve kalp rahatsızlıkları gibi pek çok durumda ‘placebo’nun yüzde 50-60 oranında işe yaradığını biliyorlar. Dr. Beecher’ın 1955’de Amerikan Tıp Birliği Dergisi’nde konu hakkında yayınlanan makalesinin ardından ilaç deneylerinin niteliği de değişti. Deneylere bir de placebo denek grupları eklendi.
Placebo etkisinin ilaç firmalarının baş belası olduğu bir gerçek, ama özellikle de psikiyatrik ilaç üreticileri için! Her 10 deneysel antidepresandan 7’si placebo etkisi karşısında yenik düşüyor. Üstelik deneyler ülkelere hatta bölgelere ve kültürlere göre de farklılık gösteriyor. Mesela 90’larda klasik anksiyete ilacı diazepam (valium olarak da biliniyor) Fransa ve Belçika’da placeboyu alt ederken, ABD’de yenilmişti. Prozac ise ABD’de iyi performans verirken Batı Avrupa ve güney Afrika’da o kadar da iyi neticeler vermemişti. Antropolojist Daniel Moerman Almanların ülsere yüksek plasebo etki gösterirken hipertansiyona karşı placebo etki göstermediği ortaya çıkardı örneğin. Çünkü Almanya’da tansiyon hastalığı çok sık rastlanan bir hastalıktı ve deneklerde iyileşme umudu yoktu. Bu arada ilaç kapsüllerinin rengi hatta şekli bile placebo etkiyi yönlendirebiliyor. Mesela mavi haplar genel olarak antidepresanlarda rahatlatıcı etkiyi güçlendirirken, İtalyanlarda işe yaramıyor. Çünkü İtalyan ulusal futbol takımının rengi mavi ve mavi onlara daha çok heyecanı hatırlatıyor.
Placebo etkisiyle ilgili verilebilecek yüzlerce örnek var. Birkaç tanesini haberimize sığdırmaya çalışacağız.

Aniden iyileşen umutsuz kanser hastası

-Yıl 1957. Mr. Wright adında, lenf bezi kanseri olan bir hasta vardır ve durumu çok kötüdür. O kadar kötüdür ki radyoterapi veya kemoterapi bile yapılamaz hastaya. Birgün doktoru Mr. Wright’a ‘krebiozen’ adlı yeni ve çok etkin bir kanser ilacının çıktığı söyler. Hastaya bir doz bu ilaçtan yapılır. İki gün sonra Mr. Wright yataktan kalkmıştır ve hemşirelerle neşe içinde sohbet etmektedir. Üstelik tümörler de erimeye başlamıştır. 10 gün sonra hasta taburcu edilir. İki ay sonra bir gazete, krebiozenin hastaların büyük çoğunluğunda etkili olmadığını yazar. Bunu duyan hasta, tümörleri büyümüş ve berbat bir durumda hastaneye geri döner. Doktor yeniden denemeye kararlıdır, yazılanların doğru olmadığını, tekrar hastalanmasının da ilacın tarihinin geçmiş olmasından kaynaklanabileceğini söyler. Yeni ilaçların iki gün sonra gemiyle geleceği bilgisini de ekler. Hasta iki gün boyunca heyecanla bekler ve sonunda bu ikinci doz ilkinden bile daha süratli etki yapar. Üstelik doktor bu kez krebiozen bile değil, saf su enjekte etmiştir. İki ay sonra Amerikan Tıp Birliği krebiozenin tamamen etkisiz bir ilaç olduğunun anlaşıldığını bildirir. Mr. Wright ise bu haberi okuduktan birkaç gün sonra ölür.
-1950 yılında ise yine ABD’de bir doktor angina pektoris hastalarını sadece kesip dikerek tedavi edebiliyordu.
-California Kaiser Hastanesi’nden placebo uzmanı Dr. David Sobel’in anlattığı ilginç bir örnek ise şöyle: Bir astım hastasına doktor, ilaç firmasından gelen güçlü ve yeni bir ilaç örneğini verir ve adam bunun üzerine birkaç dakika içinde rahat nefes almaya başlar. Doktorun sonradan öğrendiği şey ise, firmanın deney amacıyla doktora söylemeden placebo ilaç göndermiş olduğudur.
-19. yüzyılda on binlerce kişinin ölümüne neden olan verem hastalığının bir bakteri tarafından ortaya çıktığı anlaşılınca, hastalıktan kaynaklanan ölümler birdenbire yüzde 600’den yüzde 200’lere düşmüştü. Çünkü artık verem bir sır değildi, ilacı ise 50 yıl sonra çıkacaktı. Yine 19. yüzyılda Avrupalı doktorların domatesin zehirli olduğunu iddia etmesi üzerine yüzlerce kişi zehirlendiklerini iddia ederek hastanelere akın etmişti.

-Michigan Üniversitesi’nden nöroloji doktoru Jon Kar Zubieta da pek çok deneyde ‘çok güçlü bir ağrıkesici’ olduğunu söyleyerek sadece saf su vererek hastaların ağrılarını geçirmeyi başardı. Dr. Zubieta, bir EEG aygıtı yardımıyla deneklere su verdikten hemen sonra vücudun kendi kendine doğal ağrıkesici ve endorfin salgılamaya başladığını da gösterdi.

Tuzlu suyla titremesi kesilen Parkinsonlular

-İtalya, Torino Üniversitesi’nden placebo uzmanı profesör Fabrizio Benedetti günümüzde placebo üzerine çalışan en bilindik isimlerden. Görüş almak üzere kendisini aradık ve bize yaptığı deneylerden bazı örnekler verdi. Sadece tuzlu su vererek Parkinson hastalarında ellerin titremesini durdurabilmiş örneğin. Deneyde ‘alt-talamik çekirdek’teki nöronların, tuzlu su verildikçe daha az tetiklendiği ortaya çıktı.
Benedetti bu deneyden elde edilen sonuçlarla ilgili “Beklenti ve umut tedavi edici sonuçlar yaratıyor. Ancak hala placebo etkisinin nerede, nasıl ve ne zaman devreye girdiğini anlamaya çalışıyoruz. İlaç firmaları ise bir insanın nasıl kendi kendini boş bir ilaçla tedavi edebildiği üzerine yoğunlaşmak yerine kendi ilaçlarının placebo karşısında ne kadar etkili olduğuyla ilgileniyor” diyor. Ağrı kesici placebo etkisinin ise yalnızca ağırıyı kesmediğini, aynı anda kan dolaşımını ve kalp ritmini düzene soktuğunu belirten Benedetti, “Placebolar ile duygu durumu yükseltilebiliyor, depresyon tedavi edilebiliyor, bilişsel faaliyetler düzenlenebiliyor, sindirim bozuklukları hafifletilip uykusuzluk sorunları giderilebiliyor, kemoterapi gören kanser hastalarında kemoterapinin yan etkileri hafifletilebiliyor . Hatta insülin ve kortizol gibi hormonların doğal olarak salgılanması da sağlanabiliyor” diye konuşuyor. Benedetti Alzheimer hastaları üzerinde de çalışıyor. Bu hastaların hatırlama ve gelecek hakkında düşünme konusunda sıkıntı çektikleri için placebo ilaçlara tepki veremediklerini belirtiyor. Hatta gerçek ağrı kesiciler bile Alzheimer hastalarında ancak iki katı dozajda etkili oluyor. Prof. Benedetti depresyon ve anksiyete hastalarında placebo etkisinin daha güçlü olduğunu ifade ediyor.
- Huston’daki Veteran Affairs Tıp Merkezi’nin doktorlarından ortopedi cerrahı Bruce Moseley, bir deney sırasında 90 hastaya sahte diz eklemi ameliyatı yaptı. Mucizevi bir şekilde hastaların çoğu bir daha dizlerinden hiç şikayet etmedi, iyileşmişlerdi. Moseley bu araştırmanın sonuçlarını New England Journal of Medicine’da yayınladı.
-Placebo sosyolojik bir etkiye de sahip. Kalp krizine iyi geldiği sürekli vurgulanan aspirin ABD’de kalp krizlerini düşürürken, 5139 İngiliz doktorunun yaptığı altı yıllık araştırma sonucunda, bunun doğru olmadığının anlaşılması ile İngiltere’de aynı etkinin gerçekleşmemesini buna örnek gösterebiliriz.
- Geçen yıl Harvard Üniversitesi’nden Prof. Ted Kaptchuk da tüm dünyada tedavisi için yıllık 40 milyar dolar harcanan irritabl barsak sendromu üzerine bir placebo çalışması yaptı. Denekler üç gruba ayrıldı. Bir gruba gerçek ilaç, ikincisine placebo, üçüncüsüne de placebo ve umut verildi. Doktorlar üçüncü gruptaki hastalara durumlarının çok da kötü olmadığını ve kolaylıkla iyileşeceklerini telkin etti. Sonuç, tahmin edebileceğiniz gibi üçüncü gruptaki hastalar daha hızlı iyileşti.
-Hamile kadınlarda kusmayı tetikleyen haplarla tam tersine mide bulantısını geçiren, yalnızca deride bir kesi yapılarak gerçekleştirilen ve yüzde 56 başarı sağlanan koroner bypass ameliyatları da placebo etkisi örnekleri arasında. Kolombiya Üniversitesi’nden Prof. Tor Wager placebo etkisini beynin hacklenmesi olarak tanımlıyor.

Tıp dünyası placeboya karşı birleşti

2000 yılında placebo etkisine karşı koyamayan ilaç devleri, deneylerde kullanmak üzere yeni bir yöntem arayışına girdi. ABD Sağlık Bakanlığı 2000 yılında Washington’da üç günlük bir kongre düzenledi ve 500’den fazla ilaç üreticisi, doktor, akademisyen ve deney uzmanı katıldı. Bu kongre ilaç şirketleriyle akademisyenleri bir araya getirdi ve genellikle gizli tutulan deney sonuçlarının daha çok paylaşılabilmesinin yolunu açtı. Örneğin Prof. Benedetti artık Pfizer’e ilaç deneylerinde danışmanlık yapıyor.

Placebo etkisinin yüzde oranları

Genel olarak kalp hastalıklarında placebo etkisi yüzde 30-40 arasında seyrederken, bu etki zona ve ülser tedavisinde yüzde 66, şizofrenide yüzde 35-40, psikiyatride bipolar bozukluklarda yüzde 30, anksiyetede yüzde 65, panik bozukluklarda yüzde 22, kanser ağrıları dahil tüm ağrılarda ise yüzde 20-40. Dr. Henry Beecher, insan popülasyonunun üçte birinin placeboya yanıt verdiğini söylüyor.

Renk ve şekillerin gücü

Sarı, antidepresanların etkinliğini en çok arttıran renk. Hap çok küçük dozlarda bile olsa… Kırmızı, anlık, uyarıcı darbe etkisine sahip.
Yeşil, anksiyeteyi düşürüyor.
Beyaz, anti asit özelliği taşıyor ve ülser yatıştırıcı olarak iş görüyor. Gerçek haplarda bu etkileri arttırdığı gibi placebo haplarda da yüksek oranda işe yarıyor.
Sayısal çokluk da iyileşmeyi hızlandırıyor. Örneğin günde dört kere küçük dozajlarda alınan haplar iki kere alınanlardan daha etkin.
Damgalı haplar ise hastaya güven veriyor. Bilinen markaların damgası iyileşme sürecini hızlandırıyor.
Akıllı isimler ilacın gücünü arttırıyor. Placebo uzmanları örneğin Viagra’nın gücünün büyük oranda durmadan akan Niagara Şelalesini hatırlatmasına bağlıyor.

“Placebo etkisi sadece kafada değildir”

Bilgi Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nden Doç Dr. Hale Bolak Boratav: “Placebo, ağızdan veya damardan alınan ilaç ya da ameliyat olabilir. Örneğin bir çok hasta sadece ameliyat için açılıp kapandıktan sonra, yani tedavi amaçlı bir müdahale yapılmadığı halde bile kendini daha iyi hissetmektedir. Kalp hastaları veya artrit hastaları ile yapılan placebo ameliyatlarının sonrasında bu hastaların işlevselliklerinin (yürümek, tırmanmak gibi) gerçek bir ameliyat geçirmiş hastalardan farklı olmadığı görülmüştür. Aynı şekilde, disk veya fıtık problemi olduğundan şüphelenilen, ama aslında böyle bir sorun bulunmayan hastalarda da ameliyat sonrasında bir rahatlama etkisi görülür. Ağrı kesici diye verilen Placeboların hastaların yüzde 35’inde morfin kadar etkin olduğu biliniyor. İlacın şekli, rengi, reçeteyi yazan doktorun prestiji gibi etkiler iyileşme sürecine yön veriyor. Yakın zamanlarda ileri teknoloji kullanılarak yapılan araştırmaların birinde (örn. Wager ve ark., 2004, Science dergisi) placebo aldıktan sonra ağrılarının azaldığını söyleyen hastaların beyinleri fMRI ile görüntülendiğinde, beynin ağrıya hassas bölgelerinde de aktivitenin azaldığı saptanmaktadır. Placeboların etkisinin sadece insanın ‘kafasında’ olmadığının, gerçekte de bir iyileştirme etkisi olduğunun altını çizmek lazım. Aşırı ilaç kullanımının yol açtığı yan etkileri, hasar ve ölüm ihtimallerini göz önünde bulundurursak, placeboların gelecekte tıbbi tedavide önemseneceklerini öngörüyorum.